Ya bu işgünü sorunu ne olacak, onun süresi? Çok uzun mücadelelerin ürünü olan sekiz saatlik süre artık bir katılık, bir değişmezlik mi oluşturuyor, öylece kalacak mı? 

Çalış çalış, hep bi karış

Aslında birkaç hafta önce düşünmüştüm böyle bir yazıyı. Belçika’da çalışma haftasının dört güne indirilmesiyle ilgili şu haber yayıldığında. Ama bizim Mehmet Bozkurt’un apansız ölüp gidivermesi girdi araya. Öncesiyle, sonrasıyla. Çok ağırdı benim için. Kafam durmuştu sanki; günlerce, hayatı sürdürmenin en ilkel gerekleri dışında bir işe yaramadı. 

Şimdi yazmayı deniyorum.

***

Başlıktaki tekerlemeyi aynı işyerinde birlikte çalıştığım bir arkadaştan yıllarca dinlemişimdir. Doğma büyüme Fatih’liydi. Şimdinin ve son zamanların Fatih’i değil ama. Eski İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Fatih. Emekçi delikanlıların ve geleceğin emekçi adaylarının semti iken. Pek çok başkaları da vardı. Buraya aldığımın durmadan çalışan, çalıştıkça çalıştığının neye yaradığını anlayamayan insanlar arasında yaygın olduğu anlaşılıyor. Anonim bir nitelik taşımakla birlikte, emekçilerin yaratıcılığından kaynaklandığını sanıyorum.

***

Kapitalizmin işsizlik olmadan ayakta kalamayacağı, varlığını sürdüremeyeceği, hem kuramsal olarak gösterilmiş, hem de insanlar tarafından yaşanarak görülmüş bir gerçekliktir. Marx Kapital’de sermaye birikimi sürecinin bir olgusu olarak emekçilerden oluşan bir nüfus fazlasından, bir artık ya da artı nüfustan söz etmiş, bunun sermaye birikiminin zorunlu bir ürünü olmasının yanı sıra o sürecin hem kaldıracı hem de varlık koşulu durumuna geldiğini vurgulamıştı. Birinci ciltteki “Sermaye Birikiminin Genel Yasası” başlıklı yirmi beşinci bölümün üçüncü alt başlığından aktarıyorum, atlayarak ve bir çeşit özet niyetine:

Bu artı nüfus her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu oluşturur ve, sanki bütün masrafları sermaye tarafından beslenen bir ordu gibi, tümüyle sermayeye aittir. (…) Kapitalist üretim doğal nüfus artışının sağladığı kullanıma hazır emek gücü miktarı ile yetinemez. Rahatça at oynatabilmesi için bu doğal sınırların dışında bir yedek sanayi ordusunun bulunmasını ister. (…) Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmayla öteki kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı durumuna getirdiği gibi, aynı zamanda, yedek sanayi ordusu üretimini toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır.

Bütün bunların ücretlerin, çalışma koşullarının ve öteki hakların geliştirilmesinin üzerinde baskılayıcı bir etki yarattığını vurgulayan da Marx olmuştu. Hepsini birden, okuyarak ve yaşayarak öğrenmiş durumdayız.

Lâkin, işsizlik emekçiler açısından ezici bir sorun olmakla birlikte, bir iş bulup çalışmakla, hatta yüce yaratıcının pek şanslı kulları olarak kayda değer sürelerle işsiz kalmadan çalışmayı sürdürebilmekle de sorunlar ortadan kalkmıyor. Başka türlü söylenirse, işsiz güçsüz sürünsen bir dert, iş bulup çalışsan başka dert bu canına yandığımın düzeninde! Her iki derdi de yaşamış bir emekçinin ağzından böyle yazılabilir herhalde…

Öyle ya, üç otuz paraya mı çalışıyorsun, haydi öyle başladın, hangi zamanda, nereye gelecek ücretin? Öteki hakların? Yorgunluk bezginlik, tükenmişlik… Çalışmana bağlı hastalıklar, artık hemen herkesin cinayet demekte anlaşır duruma geldiği iş kazaları…

Tümünün yanı sıra, çalışmak ne katıyor insana? Büyük sinema dâhilerinden biri sayılabilecek Şarlo’nun en önemli filmi Modern Zamanlar’daki işçinin yaptığına benzer biçimde, önünden geçip giden bir banttaki parçanın bir vidasını sıkarak sekiz saatini geçiren bir işçinin hayatına, kişiliğine, insani niteliklerine herhangi bir “şey” katılıyor olabilir mi?

Ya bu işgünü sorunu ne olacak, onun süresi? Çok uzun mücadelelerin ürünü olan sekiz saatlik süre artık bir katılık, bir değişmezlik mi oluşturuyor, öylece kalacak mı? 

Hayır, diyorlar kimileri. Bazı patronlar, onların adamları, araştırmacıları, yazarları, sendikacıları. Hayır diyor ve bir iş haftasının süresini kısalttıklarını, beş günden dörde indirdiklerini ilan ediyorlar. Ne güzel! Sömürüden bir parça vazgeçtiklerini, böylece işçilere özgürce kullanabilecekleri biraz daha vakit verdiklerini söylemiş oluyorlar. En son Belçika’da olmuş. Daha önce birçok başka ülkede de…

Ne güzel mi? Gerçekten dedikleri gibi mi oluyor? 
Öyle olmadığını anlatıp gösterenler de var neyse ki…

Burçak Özoğlu, 18 Kasım’da burada yer verilen yazısında açıklamıştı. Sonuncusu Belçika’da başlatılan düzenlemenin başlıca ayrıntılarını sıralıyordu:

Bir, haftalık çalışma sürelerini sabit tutuyor; İki, haftada dört güne sıkıştırdığı toplam süreyi günlük çalışmada uzayan süreler ve yoğunlaştırılmış emek süreçleri olarak çalışanların sırtına yüklüyor; Üç, haftada dört gün çalışma seçeneğini tercih edenler için bir deneme süresi tanımlıyor ve uygulamanın devam kararını patronlara bırakıyor; Dört, bu uygulamayı sadece özel sektör için düzenleyip, kamu çalışanlarını dışında tutuyor; Beş, işçi sınıfının asırlık evrensel kazanımlarını bir tarafa atıyor ve sadece bir fazladan günlük hafta tatili ile haftalık çalışma günlerinin tümünde işçilerin elinden 8+8+8 yaşam hakkı kazanımını geri alıyor(…).

Başka türlüsü ya da daha gelişkini de beklenemezdi zaten.

Oysa, işgününün süresinin kısaltılması, emekçi insanlık için başlıca iki açıdan önemlidir: Böylece, artı emek süresinin kısaltılarak sömürü artışının belli ölçüde dizginlenmesi mümkün olabilir; ikincisi, işçilerin kendilerine ayırabilecekleri boş zamanları artabilir. Bunlardan ilki, bilim ve teknolojideki gelişmeler ile bunların üretime uygulanmasındaki hız ve yaygınlığa, bir de, kuşkusuz, emekçi sınıfların  mücadele gücüne bağlı olarak değişebilecektir. Buradaki bilim ve teknolojideki gelişmelerle bunların üretime uygulanması sözcüklerinin yerine, kısaca, emek üretkenliğinin artışı diyebiliriz. Bir ayraç açmama izin verilirse, dilimizde bu kavramın yanlış olarak “verimlilik” diye anıldığını ve bu yanlışın yerleşmesinde kendi payımın da bulunduğunu eklemeliyim. Yanlışlık şurada: Böyle yapılmakla kavramın üretim ile bağının ilk anda anlaşılması kolaylığından vazgeçilmiş oluyor. Yanlışlığın yaygınlaşmasındaki küçük de olsa kendi payımı ise, uygun düşerse, daha sonraki bir yazıda dile getirmek üzere ayracı kapatalım.

Az önce “işçilerin kendilerine ayırabilecekleri boş zaman”dan söz ettim. Buraya bir de serbestçe ya da özgürce sözcüklerini eklersem, iş büsbütün karışıyor ya da güçleşiyor; çünkü, boş zamanın artışı bir ölçüde nesnel bir gelişmedir, kapitalistin ya da işçinin iradesinden bağımsızdır. Kapitalist birikim süreci, öteki koşullar aynı kaldığında, nesnel olarak, boş zaman artışına yol açar. Ama bunun işçiler tarafından özgürce kullanılması söz konusu olmaz; çünkü, kapitalist düzen o boş zamana saldırır, küflenmiş de olsa bu saldırıyı daha iyi anlatan sözcükle “tasallut” eder. İki nedenle: Burada iyi para vardır; işçilere çeşit çeşit boş zaman geçirme imkânları üretilir ve satılır; bunlarla uğraşan sektörler ortaya çıkıp dal budak salmıştır. İkincisi, egemen sınıflar iyi bilirler, insanları boş bırakırsan kafalarına zehirli fikirler üşüşür, bu yüzden onları hiç boş bırakmayıp oyalamak, eğlendirmek gerekir.

Marx ile Engels, en önemli gençlik çalışmalarından biri olan Alman İdeolojisi’nin “Feuerbach” başlıklı birinci bölümünde şöyle bir paragraf yazmışlardı, bir bölümünü aktarıyorum:

(…) özel çıkar ile ortak çıkar arasında bölünme olduğu sürece, demek, etkinlik gönüllü olarak değil doğal olarak bölündüğü sürece, insan kendi işine hükmedeceğine, kendi eylemi kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren yabancı bir güce dönüşür. İşbölümü ortaya çıkar çıkmaz, herkesin kendisine dayatılan, dışına çıkamadığı, yalnız kendisine ait bir etkinlik alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır, çobandır ya da eleştirici eleştirmen ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır. Oysa, herkesin başka bir işe yer bırakmayan bir etkinlik alanı içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden herhangi bir alanda kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman, avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan, sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşamleyin hayvan yetiştiriciliğiyle uğraşmak, yemekten sonra eleştiri yapmak imkânını yaratır.

Her okuyuşumda, buradaki öngörünün gücüne ve ortaya koyduğu toplum tahayyülünün güzelliğine imrenmişimdir. Yine de avcılık ile hayvan yetiştiriciliğinin kişisel tercihlerim arasında yer almadığını eklemeliyim. Ama bu satırların yazılışından sonraki bir tam ve üç çeyrek yüzyıllık süre boyunca, bizim tarafta bu yazılanları yeterince geliştirici ne teorik ne pratik çalışmalar üretilebilmiştir. Yeterince sözcüğünün altını çizmem, benim bilmediğim çalışmalara haksızlık etmemek içindir.

***

Emekçiler bin bir türlü dertle boğuşurken, kim bilir hangi gelecekte gündeme girecek bir sorunu konu edinmenin ne yeridir ne de zamanı, denebilir mi?

Denemez. Daha doğrusu denebilir, diyenler çıkacaktır da doğru olmaz; çünkü, böyle diye diye düzenin ve adamlarının yarattığı, doğrudan yaratmadıysa köpürttüğü sorunların kıskacında çırpınıp kalmak işten bile değildir. 

Açıkça sormak gerekiyor: Kapitalist düzeni düzeltmek peşinde olanların kavrama yetisini çok aşan bu tür konular üzerinde düşünüp konuşmak gündem dışına düşmektir de, örnek olsun, yıllardır laik cumhuriyetin parça parça edilişine seyir baktıktan, daha da ileri gidip katkı sunduktan sonra “altı yaşındaki zavallı kızımız” diye feryat figan ortalığa dökülmek mi gündem içinde kalmaktır?