Devrim mi, dediniz, estağfurullah, ne haddimize! AKP’siz bir Türkiye, bize yeter. Hatta Erdoğan’sız bir AKP mi demeli? O da olur.

Çağrıya uyarken

Davete icabet ederken, de diyebilirdim. Ama o zaman çok ağdalı, epeyce de küf kokulu olurdu. Böylesi iyi.

Leb demeden leblebiyi anlayabilen okurlar bir yana, onların sayısı fazla değildir herhalde, çoğunluğu oluşturanların “Ne çağrısı, ne daveti?”  sorusunu sorduklarını kabul edebiliriz. Bu merakı gidererek başlayalım.

Çağrı Aydemir’den geldi, bizim Aydemir Güler’den. Kişisel olarak bana yöneltilmiş değildi kuşkusuz. Ben de öyle anlamadım zaten. İlgilenen herkese yönelikti. Biraz üstüme alındım doğrusu. Hele Aydemir çağrıyı iki hafta arayla yineleyince, başka türlü anlatırsak, iki kez başlama vuruşu yapınca, “Bu topa hiç girmemek olmaz” dedim. Ama bunu derken kullandığım “hiç” sözcüğüne yaslanarak kısa kesmeyi ve işin biraz daha kolay kısmıyla kendimi sınırlamayı da düşünmedim değil.

Daha kolay kısım dediğim şu: Biraz anıları, biraz magazin sayılabilecek ayrıntıları işe karıştırarak ilerlersek, hem daha kolay olabilir hem de daha çok okunabilir, diye umduğumu itiraf etmeliyim.

Geçen haftaki ikinci çağrının başlığında “Birinci TİP’in dersi” denmiş ve şöyle açıklanmıştı:

“Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir.”

TİP on yıllık dönemin sonunda bu koşulun bilincine varmış ya da varmaya başlamıştı, ama  bu koşulun sağlayacağı imkânları kullanmasına ömrü yetmemiştir, dersek kimseye haksızlık etmiş olmayız. Bu partinin kuruluşunun üzerinden 15 yıl geçtikten sonra, ikinci TİP’in kurucu genel başkanı Behice Boran, partisinin merkezi yayın organı Çark Başak’ta ilk dönemi inceleyen önemli bir yazı yazmıştı. O derginin 16 Temmuz 1976 tarihli 11. sayısında yayımlanan “1961-1971 Türkiye İşçi Partisi” başlıklı o yazısında Boran, şöyle bir genel değerlendirme yapıyordu:

“Yapılması önerilen işler, kapitalizmin çerçevesi içinde birtakım ilerici, reformist öneriler olmaktan öteye gitmiyordu. Tümüyle program işçi haklarını savunan, ilerici, insancıl bir programdı. Kurucular mevcut burjuva partilerinden bağımsız, ayrı bir parti kurmak istemişlerdi ama ortaya çıkan parti gerçek anlamda işçi sınıfının bağımsız (burjuva ideolojisinden bağımsız, kendi sınıf ideolojisine dayanan) partisi değildi. Bu anlamda bağımsızlaşma bir yıl sonra sosyalist kişilerin partiye girmeye ve parti yönetiminde yer almaya başlamalarıyla filizlendi ve gelişti. TİP bir sosyalistleşme sürecine girdi. TİP’in on yıllık tarihi bu sosyalistleşme sürecinin dışa dönük ve iç mücadelelerle gelişmesi tarihi olarak nitelenebilir.”

Behice Hanım aynı yazıda partinin kurulduğu sırada genel anlamda ülkedeki birikim konusunda şu saptamayı da yapıyordu:

“1961 Türkiye’sinde işçi sınıfının sosyalizmi hedef alan yasal partisinin oluşturulmasını kolaylaştıracak, ideolojik ve politik düzeyde belirleyici rol oynayacak önemli bir birikim yoktu. Sol tümüyle hep baskı altında tutulmuş, illegalitenin zor şartlarında yürütülmüş parti hareketi cılız kalmış, hatta 1950’den sonra bir dağılma hali göstermişti. (…) kapsamlı ve köklü bir birikim olmadığı açıktı. (…) Sosyalizm ve Türkiye toplumu konularında bilgisizlik 1961’deki durumun belirgin niteliğiydi.”

İlk kuruluştaki programın yerini alacak parti programının hazırlanışı 1962-63 kışında başlıyor, ama bu görevi üstlenen Bilim ve Araştırma Bürosu’nda çıkan anlaşmazlıklar Büronun dağılmasına yol açıyor. Önceleri nedeni anlaşılamayan bu dağılma için Behice Hanım “sonraki gelişmelerin ışığında geriye dönüp bakıldığında bu ayrılığın MDD-SD çizgileri biçimindeki ayrılığın ilk uç vermesi olarak göründüğü” saptamasını yapıyor ve ekliyor: Ama tartışmalar bu adlandırmayla ortaya çıkmadı. “Tartışmalar işçi sınıfının varlığı, gücü, harekete öncülük yeteneği üzerineydi. Bir taraf bu gücü ve yeteneği küçümsüyor, öbür taraf kabul ediyordu. (Küçümseyenler) işçi sınıfının yerine köylülüğe ağırlık tanıyor, milli burjuvaziye, özellikle ara tabakalara, küçük burjuvazinin aydınlar kesimine önem veriliyor, bunların az gelişmiş ülkelerde ve bu arada Türkiye’de devrimci bir öncü güç olabildikleri belirtiliyordu.”

Bu strateji tartışmaları ülkenin toplumsal-ekonomik yapısına ilişkin çözümlemelerle de destekleniyordu. Belleğime dayanarak özetlersem, işçi sınıfının öncülüğü konusunda ısrarlı olanlar Türkiye’de kapitalizmin ücretli işçi sınıfını sayıca belli bir düzeye ulaştırdığını, üretimde toplulaşmanın arttığını, işçi sınıfının mücadele istek ve deneyiminin çoğalmakta olduğunu öne sürerlerken, tartışmanın karşı tarafındakiler, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediğini ya da az gelişmiş olduğunu, Türkiye’nin kapitalist değil “yarı-feodal, yarı-sömürge” bir ülke olduğunu yineleyip duruyorlardı. Bu tartışmalar sırasında, bizim tarafımızdaki ve sonraki yıllarda üniversite profesörlüğüne kadar yükselmiş olan bir arkadaşın, Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu savunurken ülkemizde kapitalistleşmenin başlangıç tarihini 1453’e kadar götürdüğünü hatırlıyorum. Böyle aşırılıklara sıkça rastlanabiliyordu.

Demirtaş Ceyhun’un 1976’da basılmış Yağmur Sıcağı adlı romanı bir iki hafta önce bizim sahaf gezginlerinin, Yusuf ile Özkan’ın konusu olmuştu. O romanı okuyunca 15 Şubat 1977’de Yürüyüş dergisinde yazdığım eleştiri yazısına “Yazılması Gerekenin Yazılamayan Romanı” başlığını koymuştum. Behice Boran’ın ilk yayımlandığı sırada özellikle TİP içinde ve çevresinde çok okunmuş o incelemesinin birinci TİP’in sosyalistleşme sürecine ilişkin tezinden fazla etkilenmiş bir bakış açısıyla yazılmış o eleştiriden sonra Demirtaş Ağabey ile bir tartışma yaşamıştık. Yer Ankara’daki Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesiydi. Yanımızda Yalçın Hoca’nın da olduğunu hatırlıyorum. Başka kimse var mıydı, belleğimden silinmiş. Demirtaş Ceyhun o sıralar bizim partiye çok yakındı. Kendisinden 15 yaş kadar küçük, edebiyat aleminin uzağında bir gençle oturup uzun uzun tartışmaya girmişti. Neler konuştuğumuz da belleğimde kalmamış pek. Ama son derece dostça ve birbirimizi anlamaya çalışarak yapılmış bir tartışmaydı.

Buna karşılık, o yıllardaki ve daha öncesindeki “strateji” tartışmaları genellikle öyle olmazdı. Anlatma ve inandırma çabasından çok karşı taraftakileri çuvallatmayı amaçlayan kavgacı polemikler biçiminde sürdürülürdü. Sonuç olarak, bir ara, “strateji” sözcüğü son derece çekici bir nitelik kazanmıştı sanki. Şöyle bir örnek var aklımda: İstanbul’da bir yayınevi, 1968 yılında Lenin imzalı bir kitap basmıştı. Kocaman harflerle basılmış adı: Devrim Stratejisi. Küçük harflerle dizilmiş bir üst başlık da vardı: “Marksist eylemin çocukluk hastalığı ve”. Hepimiz birer tane almışızdır herhalde. Ama o küçük harflerle yazılmış üst başlığının da hemen hatırlatmış olacağını sanıyorum, kitap Lenin’in “Çocukluk Hastalığı” adıyla tanınmış ve ilk kez Haziran 1920’de yayımlanmış ünlü broşürü. Yazarının hiç aklına gelmemiş “strateji” sözcüğü kullanılıp bir de başına “devrim” getirilince albenisi olağanüstü artıyordu o zamanlar.

Aydemir söz konusu ettiğim yazılarının ilkini şöyle bitirmişti:

“Bugün solda neden böyle tartışmalar yok demeyeceğim. (…)Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.”

Bana kalırsa, neden sorusunun yanıtı, buradaki satırların içinde “devrimi arayanlar” sözcüklerinde yer alıyor. Devrimin peşinde olan kalmadı, demeyeceğim elbette. Dersem, hem gerçekçi olmaz hem de haksızlık sayılır. Devrim peşinde olanların o yıllara göre oldukça azalmış göründüğü ise söylense de söylenmese de apaçık bir gerçek. Bunda kuşku yok.

Şöyle de anlatılabilir: Devrim pek azalmış sayılarda kimselerin ufkunda kalmış artık. Onun yerine herkeste bir gerçekçilik ki, sormayın gitsin. Gerçekçilik yerine tevazu demek daha doğru belki. Devrim mi, dediniz, estağfurullah, ne haddimize! AKP’siz bir Türkiye, bize yeter. Hatta Erdoğan’sız bir AKP mi demeli? O da olur.