Şu geri dönülecek parlamenter sistemin ne olacağı, nasıl güçlendirileceği hâlâ sır gibi saklanıyor, denilse yeridir. E, haliyle, halkımız da meraktan çatlayacak raddeye gelmek üzere. Hâlâ gelmediyse, o da şimdiye kadar daha ne çileler çekmiş oluşundandır.

Büyülü reçete

Bizim eskimiş solculuğun çok sevdiği deyişle “geniş cephe” kurmuş, üstelik bunu en geniş cepheye doğru ilerletme azminde olan düzen içi muhalefetin, kuruluşundaki genişlikle uyumlu büyüklükteki halk yığınlarına sunduğu reçeteden söz ediyorum. Alayını kurtaracağı vaat edilen bu reçetenin hâlâ ete kemiğe büründüğü söylenemez. Sadece birkaç satır yazılmış, hatta birkaç da değil, az sonra değineceğim iki kalem var altı üstü. 

Madem reçete sözcüğünü kullandık, oradan sürdürebiliriz: Çok üşengeç bir hekim yazmış sanki bu reçeteyi. O iki kalem ilaç bile, doktorlar için hep tevatür edilen, kargacık burgacık bir el yazısıyla karalanmış. O kadar ki, gariban hastamız, hangisinin günde kaç kez kullanılacağı bile not edilmemiş iki ilaç adının çiziktiriliverdiği bir kâğıt parçası elinde, kalakalmış.

Tepeden tırnağa çürümüş bir düzeni orasından burasından çekiştirip adam edeceğini sananların yapabileceği başka ne olabilir zaten? Sonuç olarak, ölümcül bir hastalık için verilmiş iki satırlık bir reçete var ortada. Öyleyse, buna reçete demek de yanlış. Bu durumda, geride bir tek “büyü” sözcüğü kalıyor.

Büyünün ilk satırında “liyakat” yazıyor. Sözlüklerde layık olma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik sözcükleriyle anlatılan bir anlam açıklaması yer alıyor bunun için. Buradaki büyünün vaadi açısından bakılırsa, şu demek oluyor: Ülkedeki devletle, kamuyla bağlantılı her işe, göreve hak eden gelecek. Özel eller tarafından düzenlenen işler ayrı elbette. Orada patronların işine karışılmaz. Birtakım yasalar, kurallar, şunlar bunlar getirilebilir ama, bir yere kadar. Ünlü sözdür, parayı veren düdüğü çalar.

Hak eden ne demek, ülkenin her yurttaşının yasalar önünde eşit olduğu söylenip durmuyor mu? O halde tek tek her yurttaş hak ediyor, demektir. Hak eden gelecekse, her bir iş ve görev için pek çok yurttaş talip olacağına göre, bir seçme zorunluluğu doğmayacak mı? Doğacaksa, neye göre seçme yapılacak? İşte büyünün içinde adı geçen liyakat orada devreye giriyor. Herkes taşıdığı, edindiği, geliştirdiği nitelikler hangi işin gerektirdiklerine uygun düşüyorsa, o işe ya da göreve alınacak. Alındıktan sonra da yine o niteliklerini geliştirip çeşitlendirebildiği ölçüde işinde yükselebilecek. Kısaca atanma ve yükselme olarak özetlenebilecek bütün aşamalarda, gerekçesi ne olursa olsun, kayırmacılık  söz konusu olmayacak.

İyi, güzel! Güzel de bütün bunlar aşağı yukarı yüzyıllardır biliniyor. Bizde de öyle. Hadi diyelim, bizde bilinir olması, daha kısa süreleri kapsıyor. Ama biliniyor sonuç olarak. Peki, niye böyle olmuyor? Bugüne kadar niye olmadı? Bugünkü ve önceki iktidar sahipleri çok mu cahildiler ya da onların adamları, akraba taallukatı çok mu fazlaydı da onları işlere yerleştire yerleştire bitiremediler?

Hiçbiri değil elbet. Nedeni belli: Halk bütün bu işlere karışamıyor, karışıp düzeltemiyor, hatta nasıl olduğunu ve ne dolaplar döndüğünü bile doğru dürüst bilmiyor. Olan bu. Olması gereken tarafından bakıldığında ise, şöyle: Halk, bütün öteki konularda olduğu gibi, bu işe alma, işte yükseltme, bunun için gerekli düzenlemeleri yapma konusunda da suyun başına geçerse, olup biteni gözetleyip denetleme işlevini kendi örgütleri aracılığıyla kendi ellerine alırsa, bugünkü ve bugünden önceki abuklukların hepsini ortadan kaldırabilir. Ancak, kuşkusuz, bir de önkoşul var. Toplumun, onun en gelişkin örgütü olarak devletin anayasasında ya da bu adı taşımasa da belki bundan çok bağlayıcılığı olan en üstün yol göstericisinde şu buyruk saptanmış olmalıdır: Her yurttaşın insan onuruna yaraşır koşullarda bir işte çalışmasını sağlamak, toplumun ve onun hizmetindeki devletin savsaklanamaz ödevleri arasındadır. 

Oysa, şimdi devletin başındakiler, her üniversiteyi bitirene iş bulmaya mecbur muyuz, türünden sözlerle ün salmış olanlar arasından seçiliyor.

Birinci büyü için bu kadarı yetsin. Şimdi ikincisine gelelim.

Büyünün ikinci bölümü, parlamenter sisteme, ama herhangi birine değil, onun güçlendirilmiş olanına dönmektir. Bu iki büyü ya da tek bir büyünün ayrılmaz iki parçası bir araya geldi miydi, değmeyin siz çok çekmiş, feraha ermeyi çoktan hak etmiş, çilekeş halkımızın keyfine!

Gerçi, gizlemeye de yalana da gerek yok, burada şöyle bir sıkıntı var: Bu geri dönme işinin nasıl olacağı, birinci büyüdeki kadar bile belli olmuş değil. Ne dedik az önce, orada hiç değilse yüzyıllardır yazılıp söylenmiş ilkeler, kurallar az çok biliniyor. Şimdi iktidardaki cahiller bilmeseler yahut bilip de bilmezden gelseler de, yirmi yıla yakındır çekilen acıları gün olup geçirecek ittifak etmiş millet evlatları bilip dururlar, hem de söz verip dururlar biz gelip düzelteceğiz diyerek.

Buna karşılık, şu geri dönülecek parlamenter sistemin ne olacağı, nasıl güçlendirileceği hâlâ sır gibi saklanıyor, denilse yeridir. E, haliyle, halkımız da meraktan çatlayacak raddeye gelmek üzere. Hâlâ gelmediyse, o da şimdiye kadar daha ne çileler çekmiş oluşundandır.

Bu arada, parlamentonun bundan önce ne hayrı vardı ki o belirsiz gelecekte umut olup çıkıversin, ayrıca yüzyıl önceden beri midir daha eskilere mi gider, parlamentonun işlevsizleşmesi demokrasinin gelişimindeki belirgin eğilimlerden biri olmuştur falan diyeceğiz de, demeyelim. Deyip de halkımızı, en azından onun bir bölümünün hiç vazgeçmediği, büyülere kapılıp gitme zevkinden yoksun bırakmayalım!

Bunca gırgıra vurduktan sonra, içtenliğinden kuşku duyulmayacağını umduğum bir itirafta bulunmalıyım. Klavye başına oturduğumda, kesinlikle ciddi, ödünsüz, takır takır bir yazı yazmak niyetindeydim. Ama, ne yaparsınız ki, niyetlerle eylemler her zaman örtüşmüyor; üstelik, bu farklılaşmanın ortaya çıkması için pek uzun bir süre geçmesi de gerekmiyor. Böyle bir yazının ortaya çıkması, bir bu yüzdendir. Bir de, bağlılığımıza toz kondurmadığımız bu ülke, git gide, ciddi ciddi oturulup konuşulmaz mı oluyor, nedir?