'...Karşımızdaki sınıf ise gayet etkin. Biz edilgen oldukça onlar yaşamlarımızı iliklerimize kadar belirliyor. Mesela bir anda kentsel dönüşüm projesi çıkartıyor, yoksul bir emekçi mahalleyi saman altından su yürüterek, koca koca sitelerin olduğu bir yere dönüştürmek istiyor.'

“Burjuvalar Bizi Alt Edemeyecek!”

Günlerdir zaman zaman farkında, zaman zamansa örtük olarak Furkan Celep’i ve yazdıklarını düşünüyorum. Bir biçimde, bazı anlarda hepimizin aklına düştüğünü umuyorum. Bazılarımız kendi hayatlarımızdan yola çıkarak bazılarımız toplumsal çöküşü anlamlandırmaya çalışarak düşünüyoruz belki. Bazılarımız düşündüklerini yazılı ya da sözlü ifadeye dönüştürdü bazılarımız ise içsel bir huzursuzlukla sürdürüyor düşünme halini. Ama biliyorum ki yaşadığımız toplumda kimse üstünden atlayamaz bunun. Sadece öyle sanar!

Zor konu intiharın psikolojisi, sosyolojisi.

Furkan’ın yaşlarındayken sormuşuzdur bir çoğumuz sorduğu soruların benzerlerini. Bir kısmımız bu soruların yanıtlarını mücadelede bulduk. Çünkü Furkan’ın soruları haklıydı, tüm hayatımızı bir araba, bir ev uğruna harcayacak mıydık? Bunlar çok insani, temel ihtiyaçlar, rahat bir yaşamın talepleri değil miydi?

Ve ardından şunu yazmış: “Kendi özümü, yeteneğimi öğrenemedim, bunun için çok uğraştım ve çaba gösterdim. Neyi sevdiğimi bilmiyorum, ne olmak istediğimi bilmiyorum, ne okumak istiyorum bunu dahi bilmiyorum. Benim yaşımdaki insanlarla aramda uçurum var, her konuda benden daha üstünler.”

Kendini bilmek, neyi ne için okuyacağına karar vermek çok basit ama bir o kadar da uzak bugün bizlere. Üniversite tercihlerimizi, eğer şansımız varsa, düzenli gelire sahip olabileceğimiz alanlardan yapmaya çalışıyoruz. İlgimiz var mıdır yok mudur önemli değil, bazı bölümleri okuduğumuzda kesin olarak yolun sonunun Mc Donals’ta patates kızartmaya çıkacağını biliyoruz.

*

Yazılama Yayınevi’nin Ekim Devrimi’nin 100. yılında, 100. yıl için yayımladığı kitapların arasında Ekim Fırtınası ve Sonrası isimli bir kitap da bulunuyordu. Anılar ve öykülerden oluşan bu kitapta pek çok Sovyet yazarı yer alıyor. Onlardan bir tanesi de hayatımızın bir yerinde denk geldiğimiz, gelmeyenlerin de mutlaka yolunun kesişmesi gereken Mihail Şolohov.

Furkan’ı düşünürken aklımda Şolohov’un Mişa’sı canlandı. Yeniden öyküyü okumaya karar verdim ve tekrar okuyunca anladım nedenlerini, öyküyü kısaca anlatmak istedim.

*

Mişa henüz sekiz yaşlarında, Bolşevik bir asker ile tarla, ahır ve ev üçgeni arasında koşturan, evin ve ailenin bakımını üstlenmiş bir annenin bozkırda doğmuş oğulları. Annesi evlilik öncesi hamile kaldığından, acımasız arkadaşları ona piç lakabını takmışlar, tam anlamıyla akran zorbalığı! Bir de dedesi var Mişa’nın, babası Sovyet iktidarının daha henüz başında yaşanan iç savaşa gidince, evin direği olma sorumluluğu doğalında omuzlarına binmiş. Mişa’nın hayatında dedesi yer yer sığınak olma işlevi görürken, arkadaşları sen piçsin dediğinde gidip ondan onay almadan inanmadığı, tatlı ekşi sürtüşmelerle yuvarlanıp giden bir ilişkileri bulunuyor.

Babası savaştan döndüğünde akranları tarafından onu bekleyen bir diğer lakap ise ‘komünist velet’. Bunu söyleyen arkadaşlarının ailelerine bakınca iki sınıf arasındaki kavganın hayatın her alanında nasıl karşımıza çıktığını anlıyoruz. Birisinin babası papaz, ki iktidarın en önemli baskı aygıtının sözcüsü, birisinin babası bakkal ve tarla sahibi ve bu iki zenginin yaşamına özenen diğer çocuklar.

Papazın oğlu Mişa’ya senin baban komünist, cehennemde cayır cayır yanacak babam öyle söyledi, onu kutsamayacak dediğinde Mişa’nın yaşadığı korku, babasına henüz kavuşmuşken kaybedeceği fikrinin verdiği acı tarifsiz. Şolohov Mişa’nın göz yaşlarını betimlerken çocuğun yaşadıklarını içimizde hissediyoruz sanki. Kavganın iki sınıf arasında geçtiğini söylemiştik, en kızgın olduğu dönemlerden geçiyor olmanın verdiği hızla Mişa’nın babasını yeniden bir savaşa yollaması çok da zaman almayacak.

Mişa ne kadar korksa ve ağlasa da komünist olmanın kötü bir şey olup olmadığı konusunda babasına danışmaya karar veriyor. Babası ise cephede yaşadıklarını, Lenin’i ve neyin kavgasını verdiklerini kendi hayatlarında, beraber yaşadıkları örneklerden anlatıyor oğluna. Mişa o gece rüyasında Lenin’i kırmızı bir gömlekle görürken, onun resmini gördüğünde göğsünde her zaman gururla taşımaya başlıyor. O sekiz yaşındaki çocuk devrime, ideallerine ve hayata sıkı sıkıya bağlanıyor. Kim gelirse ve giderse gitsin o idealleri korumak ve yaşatmak için mücadele edeceğine ant içiyor.

*

Mişa’nın hikayesinin neden aklıma geldiği ve bizim eksikliğini yaşadığımız şeyin ne olduğu benim için oldukça açık. Bizim için, gençler için toplumsal ideallerin, bağların olmadığı, yaşama nedenlerimizin bulanıklaştığı ya da önemsizleştiği bir dönemden geçiyoruz. Bunların hiçbirisinin suçlusu olmasak da, edilgen bir tarafında yer alıyoruz ve etkin olan tarafa geçmek zorundayız.

Karşımızdaki sınıf ise gayet etkin. Biz edilgen oldukça onlar yaşamlarımızı iliklerimize kadar belirliyor. Mesela bir anda kentsel dönüşüm projesi çıkartıyor, yoksul bir emekçi mahalleyi saman altından su yürüterek, koca koca sitelerin olduğu bir yere dönüştürmek istiyor. Kimse hesap sormuyor onu geçtim haberdar bile olunmuyor, bir tek örgütlü olanlar hariç! Örgütlü olduğumuzda, hayatı paylaştığımızda ve yalnız olmadığımızda sağımızda solumuzda ne olduğunu da biliyor, buna karşı ne yapılabiliri düşünüyor, çaresiz hissetmiyoruz. ’Kimse elini kolunu sallaya sallaya gelip bizim evimizi yıkamaz’ diyoruz.

O zaman bu duruşu güçlendirmenin, mevzileri genişletmenin tam vakti!