Şehre tepeden bakıp ululamak değildir şiir. Tevkifhanede falakadan şişmiş ayaklara tuz basarak ve nefsiyle hesaplaşarak dünyayı, memleketi, sevgiliyi düşünmektir her zaman!

Bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve yüzümüz

Kara kuru bir dilimiz oldu son yıllarda. Edebiyatı, şiiri piyasanın tecavüzüne uğramış karanlık bir dönemden geçiriyoruz çünkü. Elif Şafak-Orhan Pamuk edebiyatın, Sunay Akın-Küçük İskender şiirin taşıyıcıları. Christopher Caudwell’in dediği gibi “ölen bir kültür”ün koma hâli görünümleri bunlar…

Ne çıkar bundan? Hiç. İşte, hâlimiz ortada. Bunlarla büyüyen yeni kuşak Necip Fazıl’ı büyük şair sanıyor. Haklılar da bir bakıma. Orhan Pamuk büyük yazarsa Necip Fazıl büyük şairdir. Bıraktım yazarlığı, Necip Fazıl’ın hayatı Orhan Pamuk’tan, Elif Şafak’tan, adı geçen tuhaf kültür müsamerecilerinden daha renklidir misal. Biraz Fouche, biraz Dostoyevski’dir Fazıl… Türk usulüdür ama. Daha cahili, sığı, boş tenekesidir. Kumarbazdır, üçkâğıtçıdır. Dalavereci, dilenci ve yancıdır… Üzerinize afiyet siyasal İslamcıdır!

Bunlarla dönüp gelebildiğimiz yer ortada. “Aziz İstanbul”un bakılacak yüzü kalmadı, İslamcılar yağmaladı. “Sakarya”nın yüzü dışkıdan kahverengiye döndü, İslamcıların himayesindeki patronlar pisledi. Necip Fazıl’la, Yahya Kemal’le gidebileceğiniz yer budur.

Bu durumda aklımızı, şehrimizi, nehrimizi korumak için nereye sığınacağız? Kaçabileceğimiz son sığınak sosyalizm cephesi. Terbiyedir bu, büyük mirastır. Bir bel kemiğimiz, bir direncimiz, bir dik duruşumuz varsa, bu, içinden geldiğimiz, üyesi olduğumuz büyük ailemizin marifetidir. Gidip baksınlar 12 Eylül zindanlarına. Direndi sol, sustu, adını söylememeyi bir onur meselesi hâline getirdi. Başka şeylerin yanında şiirin yüzü suyu hürmetinedir… Şiirsiz direnemez kimse, şiirsiz yazamaz, şiirsiz kavga edemez, şiirsiz dik durmak mümkün değildir. Şiirsiz sahip çıkamazsınız şehrinize, nehrinize. Bu dirence yaslanmayanda şiir bulmak artık mümkün değildir.

***

“İstanbul’da, Tevkifane avlusunda,
güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra,
bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm
                                            yerde su birikintilerinde kımıldanırken,
ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak,
ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa
                                            hepsini taşıyarak;
dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm…”

Şehre tepeden bakıp ululamak değildir şiir. Tevkifhanede falakadan şişmiş ayaklara tuz basarak ve nefsiyle hesaplaşarak dünyayı, memleketi, sevgiliyi düşünmektir her zaman!

***

Bir devri, bir dönemi kapatıyoruz. Nefsine uyup Saraya sığınanları saymayı çoktan bıraktık. Bir de iktidarın bir bülteninde kurduğu örümcek ağına gönüllü yakalanan aydınlarımız vardı, hatırlarsınız. Son zamanlarda azaldı sayıları. Belki de kaynakları tükendi. Boşluğumuza denk geldi, pamuklara sarıp koruduklarımızı bir söyleşi uğruna buruşturup çöpe attılar. Ağı kuran belli, ağa atlayanlar ortada. Ama yiğidin hakkını yiğide verelim, çöpe atılmak bir seçimdir, başka türlüsünü düşünemeyiz. 

“Şehir susuzluktan kıvransa / Onların şapkasına yağmur yağar / Hem sağcıdırlar hem solcu / Ama yüzde beş yüz lambacı”

Böyle tarif ediyor “lambacı” aydınları Salâh Birsel. “Şehir susuzluktan kırılsa / Onların şapkasına yağmur yağar” ne güzel tarif. Şehir susuzluktan kırılırken şapkasına yağmur yağdırmaya çalışanların aydınla, aydınlıkla ne işi olur? Kaldı ki şiir! Şehir susuzluktan kırılırken şapkasına yağan yağmuru reddedebilendir aydın. 

Biliyoruz, soyu tükenmekte olan bir tür artık. 12 Eylül kırdı, 1990’larda faşizm biçti. Arkada kalanlar “insan hakları” söylemi üzerinden liberalizme devşirildi. Dramatik “yetmez ama evet” kuyusuna böyle itildik. Öyle inanıyorlardı ki “Kemalizm’in” yarattığı sorunu “Tayyibizm” çözecek. Kurtlar sofrasına oturdular o inançla, insanımızın, halkımızın kurdu oldular. “Şehir susuzluktan kırılsa / Onların şapkasına yağmur yağar…” Zalime kapılananın şapkası hep ıslak kalır!

***

Haliyle önümüzde gerçek sorunlar var şimdi. Kemalizm bitti, yerine yobazizm geldi. Laiklik bitti, tahtına dincilik oturdu. Aydınlanmanın ışığı söndü, karanlıktayız. 

“Sizin alınız al inandım / Sizin morunuz mor inandım / Tanrınız büyük amenna / Şiiriniz adamakıllı şiir / Dumanı da caba” diyor Turgut Uyar bu karanlığa bakarak. Tanrıları büyük, şiirleri adamakıllı, üstelik dumanı üstünde kaba saba adamların iktidar olduğu tuhaf bir dönemin içinden geçiyoruz. Düşünün, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Elif Şafak’a evrilmiş bir edebiyat var önümüzde.

Bu durumda şiiri, edebiyatı, hayatı tahkim etmeliyiz yeniden. Piyasanın tasallutundan kurtarmalıyız kaptırdığımız ne varsa. Yazmak, yaratmak her zamankinden daha kutsal, her zamankinden daha devrimci bir iş o yüzden. 

Şapkamıza yağmur yağmasa da özenle sivriltilmiş bir kurşun kalemin ucundadır düğüm. Güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra, bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve yüzümüz yerde su birikintilerinde kımıldanırken ve dünyayı, memleketi, sevgiliyi düşünürken olup biter her şey. Kavga sanırsınız, şiirdir!