'Buna ister restorasyon deyin, ister büyük mutabakat, ister Türkiye Yüzyılı, ister başka bir şey… Ama sermayenin bu projesinde herkese rol var. Sağa da, sola da…'

Bu neyin iyimserliği?

Birkaç gün oldu. Ali Koç, ağzını gerektiği zamanda ve gerektiği kadar açma geleneğine sahip bir ailenin mensubu olarak devlet ile hükümetin ayrı şeyler olduğunu belirtme ihtiyacı hissetti:

“Hükümet ile devlet kelimelerini ayıralım. Herkes devletin yanında ama herkes hükümetin yanında olmak zorunda değildir. Destekleyen vardır, desteklemeyen vardı. Size öğretmediler mi devlet nedir, hükümet nedir? Yönetimler yolcudur, taraftar da hancıdır. Hükümet de böyledir, kalıcı olan devlettir.”

Ali Koç’a “derin” anlamlar yükleyecek değiliz. Ama Türkiye’de ne zaman ortalığın karışması gerekse stadyumların bu işin mutlaka bir yerine denk düştüğünü bilecek kadar da deneyim sahibi olmalıyız. 

Ve Türkiye ne zaman karışacak olsa, mülkünü ve kârını garantiye almak isteyen birkaç ailenin bu işin bir yerinde olduğunu da…

Nereden mi?

Türkiye’deki darbelerin, koalisyonların, “ittifakların” tarihine göz atıldığında, geçtiğimiz yıllarda bu ailelerden kimlerin kadraja girmeye başladığı hatırlandığında bunu görmek o kadar da zor değil: Ali Koç haklıdır, “hükümetler değişir ama devlet kalıcıdır”. Çünkü kapitalizmde devlet son tahlilde sermaye sınıfının malıdır veya bu sınıf devlete her zaman o gözle bakar.

Evet, sermaye sınıfı dediğimiz zenginler, rantçılar, patronlar takımı ve orada da orman kanunları işliyor. Kapitalizm bunu gerektiriyor. Herkes birbiriyle kavga eder, farklı “akıllar” yarışır. Halbuki Türkiye gibi bir ülkede bu sınıfın aklının “5’li çete” gibi bir toplama indirgenmesi de biraz fazla tuhaf değil mi?

Niye “5’li” ve niye sadece bunlar “çete”, o kısmı geçiyoruz. Bu toplamın nasıl semirdiğini de tabii ki iyi biliyoruz. Vakıfları, dergahları ve şirketleriyle her birinin güçlü birer sermaye odağı haline geldiğini de… Bunların mevcut düzendeki işlevinin kâr etmekten öte olduğunu yadsımıyoruz.

Ancak, bu kullanışlı aptallara derin akıllar yakıştırılmasını hiç anlayamıyoruz. Evet kullanışlı aptallar; çünkü belki de doğru: sahip oldukları serveti kaybetmemek için bir şeyler yapmanın peşindeler… 

Öte yandan, Kılıçdaroğlu’na “solculuğunu” gösterme fırsatı sunan, Koçlara Sabancılara kendilerini gizleme ve suçlayacak birilerini bulma olanağı yaratan, AKP için dahi belli bir kullanım değeriyle anılan bir toplamın Türkiye siyasetini dizayn ettiğini düşünmek geçelim marksizmi ve tarih bilgisini, hesapla kitapla mantıkla da uyuşmuyor.

Kullanışlı aptallarla söz gelimi Nazileri iktidara getiren tekellerin birbirine karıştırılmaması gerektiğini,  bunun halka değil başkalarına enerji vereceğini not edip geçelim.

Bizi ilgilendiren kısmı, deprem sonrası tabloyu gören ve buradan kendine dersler çıkaran sınıfın ağabeylerinin Türkiye’ye nasıl baktığında. Esasında bunu “geçerken” ifade ettiler de. Büyük sermaye deprem öncesiyle sonrasını birbirinden ayırırken bu işin 3-5 kişinin istifasıyla, birkaç düzenleme ve şovla çözülemeyeceğinin pekala farkındaydı.

Yalnız iktisadi olarak değil, siyasi ve ideolojik da olarak yılların yatırımını yaparlarken halının ayaklarının altından kayıp gitmesini hiçbiri istemez!

Örneğin, en başta, komünizmin yani bu sömürü düzeninin tek gerçek alternatifinin güçlenmesini istemezler.

Devlet meşruiyetini kaybettiğinde başka şeylerin de kaybedileceğini bildiklerinden hükümet ile devleti ayırmaya özen gösterirler.

Zaten binbir problemle boğuşan bir ekonominin her şeyi altüst edecek bir krize yuvarlanmaması için uluslararası tekellerin parasına, emperyalistlerin kol kanat germelerine ihtiyaçları olduğunu bilirler.

Tek ata oynamazlar, gerektiğinde darbe yapmayı ceplerinde tutarlar, fazla konuşmazlar ama kimin nereye yanaşacağına, kimin ipinin çekileceğine karar vermeyi, en önemlisi de kendilerini güvende hissetmeyi isterler.

Bu, Millet İttifakı kurulurken de 6’lı Masa şekillenirken de böyleydi. Türkiye’de siyasetin ve devletin içerisine girdiği sıkışmayı, halkın enerjisini sömürerek ve yok ederek atlatma projesi uzun süredir “masa”da.

Buna ister restorasyon deyin, ister büyük mutabakat, ister Türkiye Yüzyılı, ister başka bir şey…

Ama sermayenin bu projesinde herkese rol var. Sağa da, sola da…

Yani Cenk Saraçoğlu, Gazete Duvar’daki yazısında şunları söylerken elbette haklıdır: “İYİ Parti seçim sonrasında AKP döneminde birikmiş rahatsızlıkları yeni bir sağ restorasyon projesi içerisinde soğurup ehlileştirme ve devlete de bunun üzerinden yeniden şekil şemal verme sürecinin başat aktörü olmayı hedefliyordu.”

Fakat Saraçoğlu sağ restorasyonun neden bu şekilde gerçekleşmesi gerektiğine yeterince açıklık getirmemektedir. Ya da “devletin has evladı” olan bir partinin liderinin gerektiğinde üzerine düşen görevi yerine getirecek kadar “aklı başında” olduğunu neden unutmaktadır? Üstelik Akşener gibilerinin geçmişte nerede ne hizmetlerde bulunduğu da bir o kadar ortadayken…

Üstelik Saraçoğlu’nun atlamayı tercih ettiği yerde, Mahçupyan gibilerinin görebilmesi sol açısından biraz tuhaf değil midir:

“Öte yandan denebilir ki ‘devlet’in Akşener’in Masa’da kalmasını yeğlemesi gerekirdi. Muhalefet kazandığı takdirde ‘içerde’ bir oyuncu tutmuş olurlardı. Ancak anlaşıldığı kadarıyla bu seçim ‘devlet’in kaybetmeye tahammülü olmadığı bir seçim. (Bununla ilgili argümanım Yeni İttihatçılık çerçevesinde ve son bir yıl içindeki yazılarımda etraflıca ele alınmış durumda.) 

Benim tahminim Akşener’in siyasetinin de son kertede seçimi ‘devlet’in kaybetmemesini garanti etmeye yönelik olduğu. Bu fedakârlığın karşılığını nasıl alacağını (veya almaya çalışacağını) ilerde göreceğiz. Ancak bu türden bir hedef yoksa, bir siyasi partinin göz göre göre küçülmeyi kabul etmesini açıklamak kolay olmayacaktır. Çünkü yaşanan anlık bir olay değil... en azından dört aydır ‘açıkta’ sürdürülen bir strateji.” 

Etyen Mahçupyan olup biteni belki de İttihatçı korkularının kaşıdığı devlet alerjisi nedeniyle böyle görüyordur. Bilemeyiz…

Elbette, tuhaflık bundan ibaret olsaydı belki önemsemez geçerdik. Halbuki Saraçoğlu şunları da ekliyor:

“İçerisinde bu muhalif dinamikleri barındıran bir halk koalisyonunun damgasını vurduğu bir seçim başarısı halk arasında siyasete katılma arzusunu muhakkak ki arttıracak, özellikle toplumsal muhalefete bir özgüven ve arzu aşılayacak. (…) Bugünkü Türkiye nesnelliğinde bana kalırsa yeni bir sağcı restorasyon projesinin inşa edilmesi, sürdürülmesi mümkün değil.”

“Halk koalisyonu”, Halil İbrahim sofrası, bu iyimserlik nereden geliyor? Sanıyoruz “Türkiye nesnelliğinden”…

Kuşkusuz, Saraçoğlu’nun bahsettiği ama başkalarının da paylaştığını bildiğimiz bu “Türkiye nesnelliği”, en başta söylemeye çalıştığımız gibi, sermaye sınıfının iç dengelerine, devletle, emperyalist merkezlerle bağlantılarına dair çarpık anlayıştan besleniyor. 

Ama Saraçoğlu’nun görmek istediği nesnelliği ayrıca başka bir şey de yaratmışa benziyor: Akşener’in yarattığı moral bozukluğunu “süreci doğru okuyup hızlı ve yerinde refleks göstererek dağıtan” sol kamuoyu.

Nasıl bir kamuoyu bu?

Sanki 6’lı Masa’ya destek vermenin önündeki tek engel faşist aktörün Masa’da durmasıymış gibi hareket eden bir kamuoyu.

İYİP’in ayakbağı olduğunu, ayrılmasının bütün güçlerin hep beraber hareket etmesine imkan sunabileceğini düşünen bir kamuoyu.

CHP’nin ve HDP’nin gönül rahatlığıyla ağabeylik yapabileceği (belki de koltuk ve milletvekilliği dağıtabileceği) sol illüzyonda kendini kaybeden kamuoyu. 

Akşener bugün, yarın, birkaç saat sonra masaya dönse veya masanın adayı değişse, edilen onca lafın hiç edilmemiş gibi davranılacağı bir kamuoyu.

Bu kamuoyu, faşizmden kurtulmuşçasına sevinirken nelerin dönüp bittiğine gözlerini kapamıyor yalnızca, AKP artıklarının, Karamollaoğlu gibilerinin, halka reva görülen bu siyasetin meşruiyet kazanmasına da katkıda bulunuyor. 

Öyle ya da böyle…