Fukuyama’nın tercümesi şöyle oluyor: Milliyetçiliğin, faşizmin, demokrasinin, insan haklarının ve savaşın aynı liberal çatı altında buluşmasına hazır olun.

Bu kaçıncı liberalizm?

Francis Fukuyama 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılışının hemen öncesinde “Tarihin Sonu”nu, “liberal demokrasinin alternatifsizliği”ni ilan ettiğinde yanılıyordu.

Fukuyama’nın yanılmadığı nokta dünyanın kapsamlı bir dönüşümün eşiğinde olmasıydı. Sovyetler Birliği yıkılacaktı, kapitalizm bu yıkıntının üzerinde at koşturmaya başlayacaktı. Fukuyama “haber veriyordu”. 

Nereden nasıl beslendiği ve havayı nasıl kokladığı bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren, neyi haber verdiği. Ve Fukuyama yine konuşuyor, Ukrayna krizi sonrası sarsılan dengelerde liberalizmin nasıl canlanacağını haber veriyor.

Liberalizmin ulusallığıyla evrensel ilkeleri arasında zorunlu bir karşıtlığın olmadığını, ulus devletlerle liberalizmin amaçları arasındaki uyumu, devletin yeri ve önemini anlatıyor. Fukuyama’nın tercümesi şöyle oluyor: Milliyetçiliğin, faşizmin, demokrasinin, insan haklarının ve savaşın aynı liberal çatı altında buluşmasına hazır olun. “Küreselleşme” ezberinden çıkın, liberalizmin başka kıyafetlere de sahip olduğunu hatırlayın.

Hep biz söylerdik: liberalizm ile milliyetçilik kardeştir; neoliberalizm ve “küreselleşme” devleti zayıflatmamış, kapitalizmin emperyalizmin hizmetine sunmuştur diye…

Ne anlamamız gerekiyor bu durumdan?

NATO’culuğun meşruluk kazanması için gönüllü ya da paralı çalışanları bir kenara koyarsak, “endişeli liberaller” Ukrayna krizinin ABD’nin amaçları doğrultusunda kullanılmasından ve liberalizmin buna meze edilmesinden rahatsız olmuş gözüküyor.

Peki nasıl bir liberalizm isteniyordu ki?

1945 sonrasının liberalizmiyle, 80’lerin neoliberalizmini, 90’ların ve 2000’lerin küreselleşmeciliğini birleştiren ortak nokta emperyalist sistemin siyasal ve ekonomik gereksinimlerini birleştiren bir tutkal olması değil miydi?

’45 sonrası Avrupa, Sovyetler Birliği karşısında yeniden yapılandırılırken “hür dünya” bir cephe oluşturmuş ve liberalizm “sosyal” kıyafetiyle sahneye çıkmıştı. 70’lerdeyse “hür dünya”nın büyük ağabeyi ABD yenilgiler almıştı. 70’lerin ortalarında Vietnam’dan çekilen ABD küçümsenmemesi gereken bu geri adımlarla nasıl baş etmesi gerektiği sorusuyla karşı karşıya kalmıştı. 

Ama liberal düzenin cephanesinin tükendiği söylenemezdi. Liberalizm 80’lerde neoliberalizm kıyafetiyle ve açık bir saldırı olarak yeniden sahneye çıkacaktı. Saldırı hem iktisadi hem ideolojik krizin bir çözümü olarak iş görecekti. Öte yandan ilginç olan şuydu ki 70’lerde yaşananların üzerinden henüz birkaç sene geçmişti ve buna rağmen ABD merkezli emperyalizm bir şekilde yenilginin üstesinden gelebilmişti.

Çünkü liberalizm uluslararası dengelerdeki manevraların ihtiyaçlarına uyumlu hale getirilebilen bir esnekliğe sahipti. Bu, kapitalist düzenle kavga edenler için hafife alınmaması gereken bir sorundu. Yani liberalizm zaten hep iki yüzlüydü, akışkandı, yapışkandı. Ona gücünü veren tam da bu özelliğiydi. Liberalizm bir yüzü kamuoyuna diğer yüzü kapitalist sistemin ihtiyaçlarına temas etmeden iş göremeyecek bir dolgu malzemesiydi. 

Ve kuşku duyulmamalı ki geçmişte ve bugün faşizmi, sağ ve sol popülizmi ortaya çıkarma yeteneğine sahip olan da liberalizmdi.

Kastım bir hayaletle nasıl kavga edileceğine varmak ya da “asıl liberalizm bu değil” diyen toplama böylece yanıt üretmiş olmak değil. Tersine, liberalizmin esnekliğini mümkün kılan şeyi ve bunun sonuçlarını hatırlatmak. 

“Sahadaki” liberalizm ile liberalizmin felsefi ve ekonomik kökenleri arasındaki karmaşık ilişki bunu mümkün kılıyor. İşte bu esneklik uluslararası dengelerdeki ihtiyaçlara yanıt üretmeyi de olanaklı kılıyor.

Nixon ve Kissinger Vietnam’ı da kapsayan geri adımların arasında emperyalist sistemi toparlamaya çalışırken zamanının Çin’ini oyuna dahil ettiğinde ABD merkezli “liberal dünya düzeni”nin biteceğini herhalde düşünmüyordu. Aksine “reelpolitik” gereksinimlerle liberalizmin ilişkisinin ancak böyle kurulabileceğini ve bunun gayet de farkında olduklarını göstermiş oluyorlardı.

CIA dünyanın dört bir yanında darbelerle diktatörleri iktidara yerleştirdiğinde ve bugün “otoriter rejimler”le kavga etmek için yine otoriter rejimlerle işbirliği yaparken “liberalizmin evrensel değerleri”ne zarar gelmiş olmuyor. Liberalizm tam da bu sayede yeniden ayağa kalkacak gücü üretmiş oluyor.

Geçmişte otoriterlik, faşizm, milliyetçilik ve demokrasinin nasıl aynı dolgu malzemesinin bileşenleri olabildiğine bu nedenle şaşırmamamız gerekir. Ve aynı nedenle, Ukrayna krizinin yaşandığı bir dünyada ulus devlet, sınırlar ve liberalizm yeni reçete diye ortaya çıkacaksa buna da şaşırmamalıyız.

“Çok dikkat” diyen endişeli liberallerimiz için fazla endişelenmeye gerek yok, esneme kabiliyetleri sonsuzdur.

Bizse, bugün sınırların öneminden bahsedenlerin yarın aynı sınırları “ama gerekli” diyerek çiğneyebileceğine, birilerinin de buna alkış tutacağına veya utangaçça destekleyeceğine inancımız tam olduğundan şimdiden kendi önlemlerimizi alacağız.