'Harika bir ülke… Aslında nereden baksanız sosyalist bir ülke… İşçilerin ve köylülerin mutlu mesut yaşadıkları, gecelerinde sömürülmeyen, gündüzlerinde aç yatılmayan bir ülke hayali var...'

Böyle Böyle

İçimde bir diken ve yine bir 2 Temmuz ertesi. Bugünün gözleriyle ve bilgisiyle geçmişe, yirmi sekiz yıl önceye bakmak dokunuyor. Rakamla yazmaya gönlüm elvermiyor. Çok zaman, çok zaman önceydi diye başlayan kötücül masallarda kalsın istiyorum yüreğimin kaldırmadığı ve kaldıramayacağı bu ağır yük... Ama geçmiş, anca bugünü kazandığımızda bir acı hatıra; bugünün çocuklarına yönelik kulaklara küpe kara tarih olarak hesaplaşıldığında o dehlizde asılı, o kuyuda kapalı kalır. Aksi ise, bugünü kemiren, çürüten, mundar eden bir travmadır. Bundan ötürü bu ağır sarsıntı, görünen o ki bizi esir etmeye devam edecek.

Masum olmayanlar çetelesi tutmak sadece polisiye dizilerde rastlanan bir olgu olmayacaksa eğer bugünü kurtarmak için bize güç,  yarını kurtarmak için bize yol haritası verecekse elbet bu çetele eksiğiyle fazlasıyla, karınca kararınca tutulmak zorunda.
Nereden neyi bağlayacağım. Durun hele, izin verin. “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” sözü Dante’nin “İlahi Komedya”sındaydı zannederim, yanlışsam düzeltin. İşte bu yüzden, tüm o “iyi niyet” taşlarının tıpkı “dostun attığı gülün yârelemesi” gibi affedilesi yanı yok nazarımda.

“Bugüne nasıl geldik?” sorusu hep, her niyete yenen muz misali pek bir orta malı olsa da hesap defterini sıklıkla açıp açıp bakmanın, not düşmenin hiç de kötü bir yanı yok.

Eski defterleri karıştırıyorum. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren siyasi bir edebiyat tarihi yazma hevesi edindim çalışmam ilerledikçe. Hevestir geçer demeyin, geçmesin de içimi ferahlatan, onca uğraştım ama değdi diyebileceğim kıymetli bir verim çıksın istiyorum. Bu çerçevede romanlar okuyorum, siyasi tarihe yakından, göbeğinden bakmaya gayret ediyorum. Çünkü geçmişe bakma eyleminin nasıllığını, içinde yaşanılan zaman, yani şimdinin bilgisi ve gereksinimi belirliyor. Aslında tarihsel olguyu anlamlandırma, anımsayış ve yorumlama açısından geriye doğru bakarken asla o ânın bilgisine gerçek anlamda ulaşılamayacağının, bugün ve geçmiş arasında kapanması mümkün olmayan bir boşluğun üzerinden bakılabileceğinin farkındayım. Bu bağlamda yazar, yazma nesnesi tarihsel olguyu, geçmişe dönerek hatırlarken hatırlama zamanında geçerli olan politik, sosyokültürel ve psikolojik iklimin etkisi altındadır. Dolayısıyla şimdiki zaman, geçmişin hatırlanmasını, yorumlanmasını ve anlatılmasını farklı şekillerde belirler ve etkiler. Yani, yorum farkı olarak karşımıza çıkan olgu, geçmişe bakıştaki gecikmişlikten kaynaklı, tarihsel olgunun yazıldığı dönemin “ruhu”nu yansıtacak şekilde yontulduğu, elendiği ya da bazı gerçeklerin bugünü “kazanmak” adına feda edilmesi nedeniyledir.

Kısaca söyleyeyim hiçbir şey tesadüf değil!

Yakup Kadri’nin “Ankara” romanı üzerine Fethi Naci’nin “Yüz Yılın 100 Türk Romanı” kitabında yazmış olduğu bir yazıyı okuyorum. Fethi Naci, “Ankara” için Yakup Kadri’nin en kötü romanı, diyerek başlıyor yazıya. Gerekçelendirmiyor, estetik olarak yani roman tekniği olarak mı yoksa ideolojik söylem olarak mı en kötü romanı, anlayamıyorum. Kısa ve pek öz bir yazı.
Hem Fethi Naci’nin hem de Yakup Kadri’nin duruşunu sergilemesi açısından yazıdan alıntılıyorum:

“Üçüncü baskıya yazdığı önsözde Yakup Kadri, ‘Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştım Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum.’ diyor. ‘Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur?’ sorusuna ‘Hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.’ cevabını veriyor. Bu durumun nedenini de şöyle açıklıyor: ‘Ben o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim (Ne akıl! Dememek elde değil! –F.N.) Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğinde bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum.’”

“Ankara”, Kadro dergisinin kapatıldığı yıl olan 1934’de yayımlanır. Yine, 1934’ün sonbaharı Yakup Kadri’nin “zoraki diplomat” olarak memleketten uzaklaştırıldığı süreçtir.  Bu tarihlerden hareketle denebilir ki “Ankara” romanının yazıldığı dönem (yani 1932-1933 arası),  Kadro’nun yeni bir enerjiyle yola çıktığı ve devrimin ilerlemesine yönelik hamlelerin öncü kadrolar eliyle yaratılacağına duyulan heyecanın zirvede olduğu zaman dilimidir. Büyük umutları vardır Kadrocu aydınların; sınıfsız, sömürüsüz kaynaşmış bir kitleyle devrimi yoksul halk sınıfları lehine gerçekleştirebileceklerini düşünmektedirler. Hayalleri sonsuzdur. Ama gerçeklik bambaşkadır.

“Fethi Naci’den devam edelim. ‘Ankara olağanüstü zayıf bir roman. Tamamıyla ‘şematik’. Bir ‘Atatürkçü’nün, Millî Mücadele yıllarını yüceltmesi; o yıllarda hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan kimi subayların ve politikacıların, zaferden sonra ‘sermaye’ çevreleriyle ilişkileri ya da “arsa spekülasyonu’ gibi, ‘taahhüt işi’ gibi işlerle zenginleşmeleri, ‘inkılap’a boş vermeleri karşısında üzülmesi… Bu kadarla kalsa iyi. Ama Yakup Kadri, kendini üzen bu sürecin ekonomik-toplumsal-siyasal nedenlerine eğileceğine ‘hayal ettiği’ Ankara’yı ve Türkiye’yi anlatmaya koyuluyor.”

Evet, Yakup Kadri’nin “Ankara”da hayal ettiği ülke nasıl?

Harika bir ülke… Aslında nereden baksanız sosyalist bir ülke… İşçilerin ve köylülerin mutlu mesut yaşadıkları, gecelerinde sömürülmeyen, gündüzlerinde aç yatılmayan bir ülke hayali var Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun.. Hayallerinde bataklıkları kurutmak, memleketi demiryolu ile çevrelemek,  Seyhan’daki pamukları bez fabrikalarında beyaz patiskalara dönüştürerek memleketin insanını donatmak, köylüleri kooperatiflerde örgütleyerek toprak reformunu yapmak, her tür gerilikten, bağnazlıktan, kara terörden halkı, özellikle köylüyü kurtarmak. Proletarya –kaynaşmış bir kitle yaratma hevesiyle- patronları ille de defederek devlet memuru statüsüne dönüştürülse de , Yakup Kadri’nin Sovyetler Birliği’ndeki devrimle gelen yaşantıya duyduğu özlem öylesine kendini belli ediyor ki romanın üçüncü bölümünde, acı acı gülümsemekten kendimi alıkoyamıyorum.

Ancak Fethi Naci ise acı acı gülümsemiyor yazısında. Aksine dalga geçiyor, gülümsüyorsa da müstehzi gülümsüyor. Dağlar kadar fark var arada. Kadro hareketinin 1930’larda neyi hedeflediği belli, baştan bir ölü doğumun habercisi niteliğinde temellendirmeye çalıştıkları devrim ideolojisi söz konusu.  Ancak Cumhuriyet Devrimi gerçek. Otokrasiye bir görkemli meydan okumayı ve yerle bir etmeyi barındırıyor. Mustafa Kemal’in askerî dehası ve devrimciliği muazzam…

Ancak Fethi Naci’nin bakışındaki korkunç yamukluk beni dehşetli üzüyor ve öfkelendiriyor. Doğruymuş gibi başlayıp eğriyi dayatan ve eğrinin teorisine doğruyu imha etmek adına devrimci yaftasıyla koçbaşılık yapan zihniyetin son kertede vardığı nokta karşısında “dostun attığı gül” acısı yaşıyorum. Kabul edemiyorum.

Diyor ki Fethi Naci: “Görülüyor ki Yakup Kadri, kalkınma sorununa, sadece teknik ve ekonomik bir sorun olarak bakıyor; oysa yaşanan yılların kuramsal tartışmalara yer bırakmayacak bir açıklıkla gösterdiği gibi, kalkınma sorunu, her şeyden önce, bir siyasal sorundur, siyasal iktidar sorunudur.”

Allahım ne kaadağğğğ doğru.

Ancak hele şuna gelince olmuyor: “Yakup Kadri, seçme, seçilme gibi sözcükleri hiçbir zaman kullanmaz. Birazcık demokratikçe bir kuruluş olması gereken bir ‘belediye’ çalışmasını, Neşet Sabit’in oyunu aracılığıyla yerin dibine batırır. Her konuda iyimserliği gülünçlüğe vardırmaktan kaçınmayan Yakup Kadri, halkın kendi kendini yönetmesine bir türlü katlanamamaktadır. (…) Ankara başarısız bir roman. Tek ilginç yanı, kendilerine ‘Atatürkçü’diyen insanların Türkiye’nin kalkınması konusunda düşündükleri.1934 yılında Türkiye’de kala kala bir hayal kurma özgürlüğü kalmış, bunun için olsa gerek, Yakup Kadri de bol bol hayal kuruyor. O hayaller, belli bir tutumu iyice açığa çıkarıyor: Halka ve demokrasiye inançsızlık. (…) 1934 yıllarının Almanya’sı, İtalya’sı düşünülürse… Hayal deyip geçmeyin, onun da ‘faşist’i var!”

Tebaadan kuldan yurttaşa geçme evresinde olan halktan söz ediyoruz. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” dendiğinde 1920’de rahatsızlık duyan çoğunluktan söz ediyoruz. Saltanat ve halifeliğin kaldırılmasından dolayı karalar bağlayan kadrolardan söz ediyoruz. 1923’te Cumhuriyet fikrine karşı çıkan Millî Mücadele kahramanlarından söz ediyoruz. “Halkın duyarlılıkları”nı dayanak yapıp Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkan bürokrat kadrolardan söz ediyoruz. Halk zaten bu tabloda neredeyse yer almıyor bile. Ancak Fethi Naci, geçmişe oldukça anokranik bir zeminden bakıp geçmişi bugünün  “camileri ahır yaptılar” klişesiyle eleştiriyor adeta hem de sol cenahtan.
Özet olarak, başka türlü bir şey benim istediğim. Ne Yakup Kadri ne Fethi Naci… Anlatacağım. Ancak yazı çok uzadı. Kısa yoldan başlıkta söylediğimi bağlayayım: Bugünlere böyle böyle geldik. Böyle böyle…