'Dediklerinin tersine, daha çok vahye değil, daha çok bilime, daha çok aydınlığa ihtiyacımız var. Dinselleşme böler, laiklik birleştirir. Şimdi ışık, biraz daha ışık!'

Boğazlamadan önce

Cumhuriyetten sonra “Ramazan”ı laikleştirmiştik, yeni adı şeker bayramıydı ve dini çağrışımlardan arınmış, ulusal bir bayram olmaya yaklaşmıştı. Burjuvazi laikliği cami avlusuna bırakıp kaçınca yeniden Ramazan oldu. Ay takviminin belli bir ayında tutulan orucun ardından birkaç günlük yeme-içme şenliğidir. 

Kurban ise dönüşmeden kalmıştı. Dini bir “bayram” olmakla birlikte herhangi bir dine mal edilememesi nedeniyle olabilir, mümkündür. Esası “kutsal kan dökme”dir, “tanrıya hediye sunma” ritüelidir. İnsan kurban ederek başladığını, sonra insanların yerine hayvanların ikame edildiğini biliyoruz. Bıçak İsmail’den sekip koyunu keser, ritüelin evriminin masalsı ifadesidir. 

“Semavi” dinlerden önce bir Pagan geleneğiydi, kurban boğazlandıktan sonra tanrılara sunulurdu. Antik Yunanistan’da at ve boğa gözde kurban çeşitleriydi. Bununla birlikte “semavi” dinlere esinini veren eski Mısır’dı, Yahudiler “çıkış”ta geleneği de yanlarında götürmüşlerdi. Eski Mezopotamya’da, doğal olarak Güney Arabistan’ın yüksek kültürlerinde rahiplerce yönetilen, güneş, ay ve Venüs gibi “seyyarelere” yönelik çeşitli kurban ayinleri vardı. 

Erken peygamber Zerdüşt hayvan kurbanını yasaklamıştı ama takipçileri peygamberlerinin bu emrine pek de kulak asmadı. Ahura Mazda’ya ibadet hayvan boğazlamadan tamamlanamıyordu. Budizm ve Jainizm’de canlıyı öldürmek yasak olduğundan, yiyecek içecekle idare ettiler. Demek ki hayvan boğazlamak şart değil, bu ibadeti elma-armutla da yapmak mümkündür. 

Yahudilikte, hayvanları boğazlamak suretiyle sunulan kanlı kurbanlar ve yiyecek-içecek, şarap, sunulması şeklindeki kansız kurbanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. İsrailoğulları’nın Mısır esaretlerinden kurtarılışının anısına kutlanan Fısıh (Pesah) bayramında kuzu kurban edilirdi. Hıristiyanlar İsa’nın acılı ölümünün yeterli olduğuna kanaat getirmişti. İsa kurban olunca, ayrıca bir kurbana gerek kalmamıştı. “Bayramı” olmamakla birlikte Hıristiyanlık bir kurbanlık dinidir.

Unutulmasın, “sünnet” de, sirkumsizyon, bir tür kurban ibadetidir. Esası en önemli organından bir parçayı tanrı için feda etmektir. Önce Mısır’da vardı, Yahudiler onlardan öğrendi. Hıristiyanlık kaldırarak evrensel bir din olmayı denedi. Sürdürücüsü İslamiyet olmuştur.

***

Kurban, bayram sayılmakla birlikte neşeli bir tarafı yoktur. Bir canlıyı boğazlamanın bayramı olur mu? Kaşgarlı Mahmut’a göre “bayram”ın aslı Farsça beẕrem-beẕrâm olup “sevinç ve eğlence günü” demektir. Bayramlar olağanüstü günlerdi. Haliyle bazı biçimlerinde toplumsal-dinsel kurallar da görmezden gelinebiliyordu. Karnaval ve faşing kutlamaları böyle doğmuştur, perhizin ardından “topluca deşarj olma” halidir. İçinde kurban yoktur ama dans vardır. 

Dans ise mutlaka bir “şeyin” etrafında dönerek yapılır. Bu şey, bir kurban olabilir, kutsal taş, hacer-ül esved, mümkündür. Sema ve semah var, esası dans ederek dönmekten ibarettir. Hacda, Kabe’nin etrafında dönerler. Cahiliye devri Arapları da aynı şekilde putlarının etrafında dans ederek, devâr, dönerlerdi. Şamanlar, Kızılderililer ve Afrika yerlileri de totemlerin etrafında dans ederek dönerlerdi. 

Kurbanda ise neşeli olma şartı yoktur. Sonuçta bir vazgeçiş ve bir adayış var. Bununla birlikte tanrıya adanmış kurbanı yemeyi nasıl akıl ettiler bilmiyorum. Esası yakmak, yok etmektir. Yemenin yok etmekle özdeşleştirilmesi yenidir. İslam, sanılanın tersine pozitivist-pragmatist bir dindir. Kurban Said’in-Esad Bey- “Muhammed” kitabının önsözünde Deniz Hakan, şöyle özetliyor bu durumu: “Esad Bey… İslam’ı pozitivist buluyor. Bu sıfatı kullanmasının temelinde, Muhammed’in batıl inançlara ve bu dünyaya ilişkin doğaüstü her türlü inanışa şiddetle karşı çıkması yatıyor. Muhammed, eninde sonunda, bir peygamberdir; kuşkusuz bir tür metafizik vaaz ediyor. Ancak vaaz ettiği metafizik, bu dünyanın ötesinde bulunan, bu dünyanın dışına atılmış bir metafiziktir. Son büyük dinin peygamberi ne mucizeleri ne de herhangi bir insanoğlunun Tanrı’nın oğlu olabileceğini kabul ediyor.” Muhammet ne Allah’ın oğlu, ne bir melek, ne doğaüstü güçlere sahip kutsal bir varlıktır. O diğer insanlar gibi bir insandır. Özetle tarihle baktığınızda başka bir kişilik, vahiyle baktığınızda başka bir kişilik görürsünüz. Vahiyde diyalog yoktur, dinler tarihi vahyin dışındadır. 

Demek ki boğazlananı yakmak yerine yemek doğasına uygundur. Yine de paylaşıp yemek onu kurbana yaklaştırmanın bir yoludur. Paylaşılmadan yenilen kurban aslında sadece aşırıya kaçmış bir yemekten ibarettir. İçinde ibadet göremiyoruz.  

***

Peki nasıl oluyor da kurban gibi kanlı bir ritüel bütün inançların ortak noktası olabiliyor?

Vahiyle değil tarihle bakıyoruz. Dinler kendi tarihlerini kendileri ile başlatmak eğilimindedir. Her şey kurucu peygamberle başlar ama burada da derin boşluklar vardır. Peygamberin doğum tarihine değin tahminler arasında 85 yıllık uzun bir süre vardır örneğin. Yeni inancın kökenleri ise kasten belirsizleştirilmiştir. Fars ve Bizans uygarlığından bağımsız İslam olur mu? Yahudi ve Hıristiyanlık etkisi olmadan, bu dinlere sürekli atıf yapan yeni inanç nasıl gelişebilirdi? 

Bir teze göre, bütün hikâye Arapların Mısır, Suriye ve İran’ı fetihlerinden sonra yeni devlete ve rejimine bir ideolojik zemin oluşturmak üzere imal edilmişti. “Hacerizm” diye biliyoruz, buna göre Kuran'ın geleneksel anlatıları yerleşik inançtan daha geç bir tarihte yazılmıştır. Fetihlere bir meşruiyet zemini gerekiyordu ve bu hikayeler bir zemin görevini üstlendi. Özetle dine bir devlet ve devlete bir din gerekiyordu. Bu durumda Arap fetihlerine İslam'ın sonucu değil, daha çok nedeni olarak bakmamız gerekir. 

İnşaat işçileri 1972'de Yemen'in Sana'a kentindeki bir camide ilk Kuranların bir örneğini buldu. Bu el yazmalarında alışılmadık ayet sıralamaları, küçük metin varyasyonları ve nadir imla stilleri vardı. Ayrıca bazı parşömenler yeniden yeniden kullanılmıştı. Yani “kitap”ın içeriği zaman içinde değişmiş, gelişmiş, evrime uğramıştı. Ve nihayet Yahudi-Hıristiyan etkisi çok açıktı. Eninde sonunda bir sentez var. 

Başka türlüsüne imkân var mı? Peygamberden hemen önce Hıristiyan kilisesinin farklı unsurları Arabistan’ın sınır boylarında tutunmuştu. Haliyle Arap kabilelerinin çoğu Hıristiyan olmuştu. Fakat o tarihte Doğu kilisesi hızla parçalanıyordu. Nesturi ve Monofizit kiliseleri arasında sert kavgalar vardı. Ayrıca Mekke ve Medine’de güçlü Yahudi kabileleri yaşıyordu. İslam bu karşılaşmanın ortasında bir dinler arası diyalog zorunluluğu ile doğmuştur. Diyalogsuz din bilemiyoruz. 

Yahudilerin bir kısmı yeni dine hızla uyum sağlamış, haktan görünmeye başlamışlardı. Ama Müslümanlar bu tavrı pek inandırıcı bulmuyorlardı. Medine nüfusunun yarısını oluşturan Yahudiler yeni inancı kabul etmemişti. Üstelik vahye karşı alaycı bir yaklaşımları vardı. Çatışma, peygamberlik iddiası da olan sivri dilli ozan “Esma”nın öldürülmesiyle başladı. Fakat Yahudi ozanlar da Esma’yı aratmıyordu. İslamiyet’teki cezaların, cinayetlerin ve saldırıların çoğunun Yahudileri hedef alması rastlantı değildir. Hızla ayrıldılar ve diyalogdan savaşa doğru sürüklendiler. Kurban Said’e göre Peygamberin ilk eylemi saçını Yahudilerin taradığı tarzda taramaktan vazgeçmek oldu. Hahamlarla konuşup tartışmayı bıraktı. Başlangıçta Yahudilerinkiyle aynı olan oruç günlerinin vaktini değiştirdi. Son hamlesi kıbleyi değiştirmek oldu; Müslümanların yönü artık Kudüs değil Mekke’ydi. Böylece Yahudi-Hıristiyan mezhebi olarak görünen İslam bağımsızlaşmaya koyulmuştu. Ama çıkış noktaları aynıydı. İsrailiyat, yeni inancın her hücresine nüfuz etmişti. 

***

Dine bir devlet ve devlete bir din gerekiyordu, buradan devam edebiliriz. Dinleri din yapan devletlerdir, demek ki devletsiz din mümkün değildir. Bir iş bölümü ve anlaşma şartı var.

Tarihinin gösterdiği şu; Devlet yoksa devlet Muhammet’tir. Tabii bir kez devlet ortaya çıkınca kurucunun yerine geçer, onun adına konuşur, dini onun yerine başkalarına tebliğ eder. Bu tebliği etkili kılan kılıç zoru da vardır üstelik. Bu durumda da artık Muhammet, devlettir. Demem o ki, Emevî-Abbasi devleti dinin bağrından çıkmıştır ama din de Emevî ve Abbasiler eliyle din haline getirilmiştir. Sembiyotik bir ilişkileri var. 

Tabii, yayılma varsa diyalog da vardır. Ortadoğu’nun bir köşesinde karşılaşırlar, anlaşırlar veya savaşırlar. Bu arada birbirlerinden öğrenirler ve birbirlerinden alırlar. Hıristiyanlık Yahudilikten, İslamiyet her ikisinden faydalanır. Anlaşmak için “hoşgörü” şarttır. Bütün dinler savaşmadığı sürece hoşgörülüdür. Diyalog ve savaş, bütün Ortadoğu dinlerini birbirine benzeten iki eylemdir. 

Kurban ritüeli ise dinler arasındaki en yaygın alışveriş nesnesidir. Haliyle bütün dinlerde kurban vardır. Bu açıdan İslam doğrudan Yahudiliğin bir takipçisidir. Hıristiyanlıkta da vardı, İsa kurban oldu, ayrıca bir kurbana gerek kalmadı. 

Bizim ise hepsini birlikte laikleştirme görevimiz var. Takvimimizde ramazan bulunmuyor, şeker, iyidir. Kurbana gerek yoktur, -tanrılar niye kan dökülmesini istesin?- kan dökmeden, birlikte yemek ve tabii dans etmek yeterlidir. Yeni adı sevgi-saygı bayramı olabilir, mümkündür ve pek insanidir. 
Dediklerinin tersine, daha çok vahye değil, daha çok bilime, daha çok aydınlığa ihtiyacımız var. Dinselleşme böler, laiklik birleştirir. Şimdi ışık, biraz daha ışık!