Umutsuz yaşanmıyor. İlkbahara, nobahari, çıkacağız eninde sonunda, inanıyoruz. Hem, tanrının değil tarihin takdiridir bu. 

Bize lazım olan başka bir ömür

Abbas Kiyarüstemi ünlü bir film yönetmeni. İran sinemasında Füruğ Ferruhzad, Sohrab Şahit Sales, Behram Beyzayi ve Perviz Kimyavi gibi yönetmenlerin de dahil olduğu “İran Yeni Dalgası” akımında başı çekenlerden biri o. Sinemaya 1970'te dahil olmuş, kısa film ve belgeseller de dahil olmak üzere, 40'tan fazla filme imza atmış. Diyaloglara, film adlarına ve temalarına İran şiirinden esintiler taşımış. Şiire yakın ve yatkın bir sinemacı anlayacağınız.

1979 “İran İslam Devrimi”nden sonra kaçmak yerine ülkesinde kalmayı tercih etti. “Bir ağacı kök saldığı yerden ayırıp başka bir yere taşırsanız, ağaç meyve vermez olur” diye gerekçelendirdi bu kararını. Kalmanın da bir bedeli vardı kuşkusuz. Acılı, sıkıntılı topraklardır burası, ezeni ezileni çoktur, gevşekliğe izin vermez.

Çok değil, 10 yıl sonra büyük bir doğal yıkımla yüzleşmek zorunda kaldı. İran’da, 21 Haziran 1990'da, Tahran’ın 200 kilometre kuzeybatısında 7,4 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Depremde üç şehir ve 700 köy zarar gördü, yüz bin kerpiç ev yıkıldı, 40 bin kişi öldü, 60 bin kişi yaralandı, 500 bin kişi evsiz kaldı. Kiyarüstemi'nin “Köker Üçlemesi” filmleri (Arkadaşımın Evi Nerede, Ve Yaşam Sürüyor, Zeytin Ağaçları Altında), o büyük depremin etrafında dolaşır. Belki bunlara “Kirazın Tadı”nı eklemek gerek. Yaşam ve ölüm, değişim ve süreklilik iç içedir, filmlerinde dediği budur. İnsanın yıkıma direnme ve hayata tutunma güdüsü eşsizdir; belki de türünü bu direnç ve güdü sayesinde bugüne kadar taşıyabilmiştir. 

Kiyarüstemi yakın zamanda, 2016’da, öldü. Hasta yatağındayken çok sevdiği bir şarkıyı son kez dinlemek istedi. İranlı genç sanatçı Solmaz Neragi üç telli bağlamasını alıp koştu, “Nobahari”yi yönetmene son kez söyledi. O anların kaydı var, işini layıkıyla yapmış yönetmene yakışır müthiş bir final sahnesidir. 

Nobahari’nin sözleri büyük İran şairi Sadi Şirazi’ye ait. Bestesini sürgündeki sanatçı Muhsin Namcü yapmış. Türkçesi ilkbahar veya ilkyaza denk geliyor ancak anlamının tersine sözleri de müziği de sonbahar esintilidir. Sözüyle ve müziğiyle içinden geçtiğimiz karanlık dönemin en etkileyici şarkılarından biridir Nobahari. 

***

Söyle ey bahar yeli, nedir bu bahçenin hali?
Figan ettirir bülbülü böyle telaşlı, gamlı
Parlak çehrenin nispetinden solar güllerin güzelliği
Bütün çiçekler içinde sen dikenler arasında bir gülsün
Ey şifanın kaynağı, hastaların yüzüne bak
Merhem sendedir, bizi böyle koyarsın
Lazım olan başka bir ömür zamanımız tükenmişken
Şimdikinde, elimizdekinde, ümit içinde, ümit içinde…

İran’ın Şiraz kentinde dünyaya gelmiş şair Sadi Şirazi. Çocukken babasını kaybedince dedesi ve amcası tarafından yetiştirilmiş. 30 yıl Hindistan senin Kuzey Afrika benim dolaştıktan sonra 1256'da Şiraz'a dönmüş, şiirlerini yazmaya koyulmuş. Moğol ve Haçlılar arasında gerçekleşen savaşlara da katılmış arada, Haçlılara esir düşmüşlüğü var. Mezarı Şiraz’da. Şiraz… Bir yitik şairleri, bir de yitik şarabı ünlü adı şiire çalan bu İran şehrinin. “Nobahari”nin okuyanın-dinleyenin damağında bıraktığı yıllanmış şarap tadı rastlantı değil yani. 

***

Şarkıyı bestekarı Muhsin Namcü de seslendirmiş. Avrupa’da yaşıyor Namcü. Yani İran’dan kaçmayı tercih edenlerden o. Sebepleri var. 1997 yılının sonuna yakın “İran şiiri ve müziğinin modern birleşimi” temalı ilk konserini vermiş. Mollaların hoşuna gitmemiş yaptıkları, öğrencisi olduğu üniversiteden atılmış. Atıldıktan sonra rock ve caza meyletmiş. Bu iki müzik türünü geleneksel İran müziği ile birleştirmiş. Bu sentezin ilk verimi 2007 tarihli “Toranj”, turuncu, albümü. İki yıl sonra “Şems” isimli bir şarkısında Kuran'dan alıntılar yaptığı gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılmış. Tahmin edebileceğiniz gibi İran’da ayetlerin müzik eşliğinde söylenmesi yasak. O tarihten beri kaçak. 

Geçen yıl konserler vermek üzere Türkiye’ye geleceği duyuruldu sürgün sanatçının. Şarkıcıları ve müzik guruplarını hedef göstermeyi iş edinen “Müdafaa-i İslam Hareketi” adlı ilkel oluşum ve Diyanet ve Vakıf Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Mustafa Çopursuz, Namcü’nün konserlerini iptal edilmesi için kampanya başlattı. Gerekçeleri, İran şeriat rejimininkiyle aynıydı. Kuran’a müzik bulaştırmıştı bir parça. Gericiler “istemezük” diye kazan kaldırınca, AKP gericiliği emir kabul etti, Namcü konserlerini yasakladı. İran’da ve Türkiye’de bir zifiri karanlık hükmünü sürdürüyor çünkü. Birbirine komşu iki talihsiz halk, karakıştan ilkbahara çıkmak için çırpınıp duruyor. 

***

Sadi Şirazi dindar bir ozandı, Şiraz’da bir türbede yatmaktadır. Gördüğünüz gibi Abbas Kiyarüstemi de inançlı bir insan olarak öldü. Muhsin Namcü ise inançlı bir insan olduğunu anlatıp duruyor ama nafile. Molla için, şeriatçı için, yobaz için inançlı olmak yeterli değil, onların tarif ettiği gibi inançlı olmak gerekiyor mutlaka. Onlar gibi giyinmeli, onlar gibi düşünmeli, onlar gibi yaşamalısınız. İnançtan veya inançsızlıktan kaynaklanmıyor yani sorun, kaynağı gericilik, yobazlık, cahillik, dar kafalılık. 

Bunun ötesinde ise insani bir hal var. Ölüm inançların ilgi alanında olduğu kadar bilimin ve felsefenin de ilgi alanında. Her birimiz uçsuz bucaksız kozmosun bir parçası olarak var oluşumuza bir anlam bulmaya veya bir anlam yüklemeye çalışıyoruz. Din öte dünya ile avunmayı öğütlüyor; felsefe ölümle hiç karşılaşmayacağımızı, bilim eninde sonunda bir yıldız tozu olduğumuzu söylüyor. Tıpkı bir parçası olduğumuz kozmosta olduğu gibi kişisel varlığımızda da ölüm ve yaşam iç içe, mücadele ediyor birbirleriyle, galip gelmeye çalışıyor ötekine. Demek ki doğum ve ölüm, aynı sürecin doğal bir parçası. 

Ama yine de bu döngü içinde bizi insan olarak dehşete düşüren anlar var. Büyük savaşlar ve büyük afetler o anların müsebbibi. Olmayacak işler oluyor o anlarda.

Geçen hafta telefonum çaldı, arayan Hatay’dan bir okurum. Bir hekimmiş, yazı ortaklığı dışında tanışmıyoruz. Reşide Hanım bir depremzede olduğunu anlatıyor ağlayarak. “Eşimi ve kızımı kaybettim” kısmını anlayabiliyorum ancak. Bir de yürek parçalayıcı bir çığlık… “Orhan Bey” diyor, “sizi okuyorum, biliyorum inançlı değilsiniz ama bana lütfen tanrı var deyin, öte dünya var deyin.” Dayanamadım, kapattım. Birkaç dakika sonra toparlanıp geri aradım. Söylenecek ne var geride? Eşini ve çocuğunu kaybedene tanrı ne yapsın? Olmayacak işlerdir bunlar. “Ben bu tür durumlarda iyi müziğe ve iyi şiire sığınıyorum” diyebildim. Bunlar acıyı dindirmez ama taşınılabilir, katlanılabilir kılar… 

Kılar mı gerçekten? Keşke tanrıyı gösterebilseydim, öte dünyanın anahtarını bırakabilseydim ellerine… “Ey şifanın kaynağı, hastaların yüzüne bak. Merhem sendedir, bizi böyle koyarsın.” Nobahari, o görüşmeden sonra takıldı kaldı dilime. 

***

Lazım olan başka bir ömür, zamanımız tükenmişken… 

Tükendi zamanımız. Karanlık çöktü ülkenin üzerine, izin verdik buna. Sanki toprak üzerinden atmak istiyor bizi. Sanki deniz derinlerine çekmek istiyor, hava isyan ediyor, gök yıldırımlarını gönderiyor üzerimize. Anlıyoruz, esirgeyici-bağışlayıcı bir tanrıya inanmak ister insan böyle anlarda, çünkü doğa karşısında biçaredir. Öte dünya olsun ister, ömrü kısadır. Ama işte çaresiziz vakitsiz ölümler karşısında. Talihsiz halkımız, karakıştan ilkbahara çıkmak için çırpınıp duruyor. İyi müzikten ve iyi şiirden başka sığınacak neyimiz var böyle anlarda?

Bizim İlyas Salman’dan duydum, “umudun bitmeden ömrün bitmesin” sözünü. Ne güzel söz ne güzel dilek. Umudunuz varsa ölmezsiniz, umudumuz var ve ölmeyeceğiz. Yeni bir ülke, yeni bir dünya kuracağız o umuda yaslanarak. 

Başka bir ömür ve başka bir hayat lazım bize şimdi. Çocukların analarından babalarından önce ölmediği, daha insanca, pek insanca, çok insanca bir düzen. Umutsuz yaşanmıyor. İlkbahara, nobahari, çıkacağız eninde sonunda, inanıyoruz. Hem, tanrının değil tarihin takdiridir bu.