TKP, uzundur içinden geçtiğimiz tarihsel süreçteki varlığıyla, her dönemeçteki yol göstericiliğiyle, geleceği biçimlendirebilecek tek güç olduğunun altını net olarak çiziyor.

Biz Reks’in oradayken…

Geçen hafta, Rexx Sineması’nın yok edilecek olmasına karşı, Kadıköy halkının sahiplenmesi başta olmak üzere gösterilen tepkilere destek mahiyetinde planlayıp başladığım yazı, yarım kalmıştı. Çünkü geldiğim bir noktasında, “Yenidoğan Çetesi”, özelleştirmeciliğin, haber özelinde de sağlıkta özelleştirmenin, hastayı cansiperane iyileştirmekten, müşteriden yüksek kâr elde etmeye geçişle, bütün insanlık değerlerinden kopuşun, tüyler ürpertici bir örneğiyle sarsmıştı gündemi.

Türkiye, hiçbir sosyal / yönetsel bağıtın, ehil niteliğin, ağırlık temayülünün  kalmadığı, sermayenin ve dinciliğin hovarda gönlünce kuralsız ve sınırsız cirit attığı öyle bir türbülansta ki, en uğursuz gündemin bile ömrü saatlerle ölçülebiliyor ve gerek ülkede, gerek dünyada sürekli bir “kötülük” boca edilmesiyle nereye yetişeceğinizi şaşırıyorsunuz.

Bazen böyle akar tarih. Rexx için sıkılmış yumruk, bir dönemeç sonra açılır ve içinden, bir düğün, bir aile fotoğrafı, kalın bir taşıyıcı sütunun iki yanından görülebilen bir yenge tebessümü çıkar. Tarih bazen, nedenini sormadan geçer kayda, hızla…

Birkaç gün sonra, Cumhuriyet 101 yaşına basacak, ama “bu ulusça idrak edilecek mi” sorusu orta yerde. Bahçeli, elindeki “yağlı urgan”ı “toplumsal bağ”la değiştirme illüzyonuyla başrole çıktı. Urgan kendisine iade edilince, aldı askılığa taktı, iade eden partinin amblemini taşıyan poşetle birlikte. O askılığa “dilsiz uşak” denildiğini de şu yaşımda ilk kez duydum, cehaletimin, Bahçeli’nin derin şairane sembolizmiyle tokuşmasından öğrendim.  Kürt siyaseti ve iktidar bloğu “fiskos koltuğu”nda çay içecek kıvamdayken de, DEM’in “zamanlaması manidar bir provokasyon” dediği, PKK’nin mazeretli üstlendiği, KCK’nın “süreci etkilemez”likten geldiği ölümlü TUSAŞ saldırısı yaşandı. Ha, İsrail, İran’a “düşük çaplı” misilleme yaptı… Ne denklemler ne denklemler, şu bir paragrafta bile…

Sosisli sandviçe Amerikan salatası ve jülyen bir dilim kornişon turşu koy, adı “artist” olsun. Bunu kızarmış patates ve biberle yap, oldu “zümküfül”. O zamanlar, bunları yapan büfelerin yakınındaydı Reks Sineması. Türkçe olmayan karakter içe sinseymişti, Rex olacakmıştı adı. Salonu tekti çünkü. Salon iki olunca ve Türkçe karakter de neymiş günleri geldiğinde, Reks Rexx oldu. İşte ablamların düğünlerinin birkaç yıl sonrasında kendi başımıza Kadıköy’e inip sinemaya gider olduğumuzda ve bu sandviçlerle tanıştığımızda durum buydu. Opera, As en çok da Reks. Film izleme ve tıkınma, kıkırdaşma seanslarımıza, eylemler, politik tartışmalar eklenmesi çok sürmedi. 

Yaşadığı badire nedeniyle artık biliyorsunuzdur, Rexx’in tarihçesini. Kilise inşası, 1873’te tiyatro salonu, 1920’de Afife Jale’nin ilk sahne alışı, bale okulu, mimarî özellikleri  filan yetmemiş İstanbul 5 Nolu Koruma Kurulu’na, “kültürel varlık değildir, yıkılsın” demiş. Korkarım Fatma Yenge’min heybeti de yetmeyecek durdurmaya. Ya biz?

Biz oradayken, dünyayı tarıyorduk çıplak gözle, öyle budanmıştı, böyle çarpılmıştı, mutlak aşılasıydı, ama bir cumhuriyet vardı.

Biz oradayken, birlikte yaşam inşasındaydık çıplak elle, Kürt siyasetleri, sosyalizm mücadelesinin bölge özelliklerini gözeten yapılarıydı.

Biz oradayken, çok meraklıydık, okumaya, izlemeye, ne bulursak. Filmler de, oyuncularıyla, yönetmenleriyle, senaryolarıyla, didik didik edilir, haklarında hükümler verilirdi. Sanatsal bakış açısından biraz “sekter”, epey “ham”dık belki, ama sınıf süzgeçli ve çok meraklıydık.

Biz oradayken, üzerimize yağan taş vardı, sopa vardı, kurşun vardı, ama “fabrikalar, tarlalar” da ufku sarmıştı, gençliğin yönünü çiziyordu.

Biz oradayken, sinema Reks’ti. Önündeydik, fuayesindeydik, civarındaydık. Agora gibiydi. 

Ne demek ki kültürel varlık başka?

Kurul’un kararı bir sürecin kararıdır. 

Cumhuriyet, bütün kurumlarıyla yerle yeksan, gün gün cılızlayan değerleriyle zihinlerde direnmeye çalışıyor.

Kürt hareketi, 1984 nitel dönemeci, 1990 Büyük Ortadoğu şekillendirmesi pratiğinde misyon edinme ve sosyalizmi boş bir sada kılma sürecinden geçerek, başka bir yöne evrildi.

Sinemalar alışveriş soluklanmasına yenik düştü…

Belki de fark edemedik, toyduk, sandviçlerdeki “revizyonist” düzenlemeler, her ne kadar lezzetli olsa da, aslında bir değişimin, eskiyen değerler kategorisinin çeşitlenmesinin işaretleriydi. Her kötüye böyle doz doz alışılmaz mı?

Birkaç gün sonra Cumhuriyet 101 yaşında olacak. Bu bir doğa olayı, ilanından bu yana geçen döngüden ibaret. Reks, 1800’lerden geliyor. Sinema hizmeti nicedir yok, binasına da balyoz inecek. Kawa tarihler ötesinden bir demirci efsanesi ki, hükmedene isyanın simgesidir, vasallığa, uzlaşıya razı edilecek.

Hani yukarıda bir paragrafta sadece bir kısım “güncel kötülük” sıraladık ya. Gelip gelip birbirine bağlanıyor domino taşı örneği gibi. Çözülmesi, içinden çıkılması da öyle olacak.

Bir paragrafta ne denklemler, ne denklemler dedik ya. Yön bulmak, olan biteni anlamak, anlamlandırmak, bir çıkış görmek bazen çok zordur. Böyle bir kaosta mesela. Türkiye’nin şansı, çobanyıldızı bir partinin varlığı. Abartmıyorum, kayırmıyorum, nesnel bir gerçeğe, zorunluluğunu gördüğüm için işaret ediyorum. Türkiye Komünist Partisi, uzundur içinden geçtiğimiz tarihsel süreçteki varlığıyla, her dönemeçteki yol göstericiliğiyle, geleceği biçimlendirebilecek tek güç olduğunun altını net olarak çiziyor.

Bundan sonra söyleyeceklerim, bu gücün neferi olmayı elde bir saydıktan sonrasıdır…

Üstünüze ölüm yağdığını söylediğin cümlenin devamı ne oldu, o tekrarlanmadı derseniz… Sokaklarda, işyerlerinde cinayetlerle tanımlanan fiziksel ölüm, zihinsel ölümlerle sulta sürüyor, bugün. İlk elde durdurulması gereken, bu zihin çürümesi olsa gerek. Zihne fizik müdahale nasıl olacak?

Ufku kaplayan, gençliğe yön veren, “fabrikalar tarlalar”la buluşarak. Onları örgütleyerek. Cumhuriyet’in kurucu değerlerini, tarihsel ilerleme niteliklerini, hiç yüksünmeden göndere çekerek ve toplumsal direnci besleyerek. Emperyalizmin bölgesel çıkar vaatlerini koyup örsün üstüne, bağımsızlıkla harlanmış çekici yeniden ele alıp tepesine indirerek. Kültürel, sanatsal yıkıcılığın, değersizleştirmelerin, pespayeliğin payelerini, birleşerek, dayanışarak reddederek. 

Söylemesi kolay, bu zihinselden fiziksele güç dönüşümü, bir hamlede olacak şey mi? Değil. Uzun yılların tortusu, durağanlığı, unutkanlığı, vazgeçişi, kabullenmesi var ortada. 

Kabul, biz oradayken, böylesine bir karşıdevrimin ideolojik tahakkümü sürecinden geçmemiştik henüz. Kabul, her sokakta, yaşayan sosyalizm çıkardı karşınıza. Kabul, Reks vardı.

Ama ne kabul değil? Cumhuriyet’in sermaye beslemeli gericilik eliyle yıkılması. Rexx’e balyoz inmesi. Kürt halkının emperyalizmin bölge pazarlığına, içte düzen tahkimatına konu edilmesi. Bebeklerin öldürülmesi.

O zaman, koyun bütün melaneti üst üste, dikin karşına insanı, boyun eğmeyen insanı. O insana bir örgüt sıfatı verin. Gelin.

“Bu kan denizinin ufkundan” mı gelir aklınıza gözünüzü dikince uzaklara, Kadıköy’de İstanbul Büfe bir hardal yapar dermiş gibi genziniz mi yanar buğu buğu, “günlerin bugün getirdiği”ni düşünürken, fark etmez… Hatırlayın, bilenin, güvenin, gelin. “…en sonuncu kavgamız…”

Biz Reks’in oradayken, puşiler, kefiyeler sarınırdık, incecik ayazlarda, onu da alın çıkınınıza….