Oysa burada bir kakofoniden söz edilebilir ancak. Bizim dilimizde kakışma diyoruz.

Bitmeyen şarkı için birkaç değinme

Bitmediği, bitmek bilmediği doğru da şarkı demek artık düpedüz ayıp oluyor. Söyleyen ve söyletenler için de öyle midir? Ayıp denemese de usanç verici olduğu düşünülebilir. Şarkıların en sıradan olanında bile kulağa hoş gelme diye anlatılabilecek bir etki yaratılmaya çalışılır. Oysa burada bir kakofoniden söz edilebilir ancak. Bizim dilimizde kakışma diyoruz.

Grekçeden dünya dillerine geçmiş olan demokrasi sözcüğünün, halk anlamındaki demos ve iktidar ya da yönetim anlamındaki kratos sözcüklerinden oluştuğu biliniyor. Halk sözcüğünün karışık, türdeş olmayan bir kalabalığı anlatmasından, anlatma yerine daha az kesinlik taşıyan biçimde söylenirse, çağrıştırmasından yola çıkılarak burada bir açıklık ihtiyacının bulunduğu öne sürülebilir. Açıklığın sağlanması, sözü edilen iktidarın ya da yönetimin hangi sınıflara ait olduğunun belirlenmesi ile mümkündür.

Böyle bir açıklık ihtiyacı modern çağlara doğru gelindikçe daha da artar. Ancak, sözcüğün ilk ortaya çıktığı antik çağ, daha somut olarak, Atina kent devleti için de benzer bir açıklık ihtiyacı söz konusudur. Oradaki bir köleci toplumdur ve halk denilirken akılda olan köle sahipleridir. 

Biraz daha ayrıntı vermekte sakınca yok: M.Ö. 5. Yüzyılda Atina’nın nüfusu 250 bin dolayında tahmin ediliyor. Bunların içinde Atinalı ana babadan doğanlar, Atina’da yaşayıp ticaret yapan yabancılar ve köleler var. Toprak sahipleri ile ticaretle uğraşanların “egemen sınıf” konumunda olduğu söylenebilir. Siyasal sisteme ya da demokrasiye katılmak içinse 20 yaşın üstünde, erkek ve Atinalı ana babadan doğmuş olmak gerekiyor. Bunların sayısı ise, tahminlere göre, 30 bin dolayında.

Dolayısıyla, demokrasi de köleler dışındaki halkın iktidarı anlamındadır. O zaman geliştirilen kuramsal düşünceler bir yana, gerçekte var olan budur. Antik çağın bu gerçekliği modern çağlara gelindiğinde ve bugün de, esas olarak, katılımın etkililiği açısından değişmemiş, bu da halk sözcüğündeki anlam karışıklığını pekiştirmiştir.

Bununla birlikte, başka değişiklikler bir yana, nüfus git gide hızlanan bir biçimde artarak çok yüksek düzeylere ulaşmış ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın halkın yönetime doğrudan doğruya katılması imkânsız duruma gelmiştir. Bu durumda, doğrudan demokrasinin yerine halkın temsilcileri aracılığıyla iktidarını gerçekleştirmesi, başka bir anlatımla, toplumu yönetmesi zorunluluğu doğmuştur. Buna, temsiliyeti artırmak için yapıldığı söylenen, o arada birçoğu bu temsiliyeti büsbütün azaltan uygulamalar da eklenince, halkın değil onun temsilcileri adı verilenlerin yönetimi ortaya çıkmıştır.  Git gide “temsilde adalet, yönetimde istikrar” tekerlemesi yasalara, anayasalara girmiş, buradan seçim barajları ve çeşitli engeller türetilmiş, böylece adaletin en az ya da hiç düzeyine indirilip istikrarın değiştirilemez yahut  değiştirilmesi çok güç iktidarlara dönüştürüldüğü, öyle sanıldığı demokrasilere ulaşılmıştır. Bunun yeryüzü dediğimiz gezegenin her coğrafyası için şu ya da bu ölçüde geçerli bir özet olduğunu ileri sürebiliriz.

Birçok önemli etkenden soyutlanarak yapılan bu çok kısa özetin sonunda şöyle bir teoremi dile getirmek yanlış olmayacaktır: Halkın iktidarını temsilcileri aracılığıyla değil, doğrudan doğruya kendi eliyle gerçekleştirmesini sağlayacak yollar, yöntemler, uygulamalar ne kadar çoğalır ve etkenlik kazanırsa, demokrasiye o kadar yaklaşılmış olur. Burada halk sözcüğü yerine emekçiler, aşağı katmanlar, ayaktakımı ve benzeri sözcükler konacak olursa, en başta belirtilen karmakarışık kalabalık anlamının da ortadan kaldırılması sağlanabilir. 

Bu teoremi daha kısa biçimde dile getirmek de mümkün: Temsili demokrasiden uzaklaşıldıkça halkın yönetimine yaklaşılır. Belki anlatımdaki ayrıntı düzeyini artırma olarak görülebilecek olsa da burada şu eki yapmak gerekiyor: Halkın iktidarı ya da yönetimi deyişindeki halk sözcüğünün emekçi sözcüğü ile birlikte kullanılarak açıklık getirilmesi durumunda, her yurttaşın toplumun yönetimine ilgi duymasını, talip olmasını, bunun için gerekli bilgileri edinmesini  sağlamak, bu yönde kolaylaştırıcı ve özendirici önlemleri almak, toplumsal iktidar organlarının ve her türlü örgütlenmenin başlıca görevleri arasındadır. Bu görevin gereğince yerine getirilmemesinin sonuçları, emekçi sınıfların iktidar deneyimlerinin acı ve umutsuzluk kaynağı olabilen başarısızlıklarında yeteri açıklıkta görülmüştür.  

Değinmelere biraz daha devam edebiliriz.

Öte yandan, kapitalizm ile demokrasi arasında bir siyamlı ikiz ilişkisi, bırakalım o kadar güçlüsünü, kayda değer bir ilişki olduğu yolundaki safsata ise yaşananlarla pek çok kez çürütülmüş olduğu halde, hâlâ gündemde tutulabilmektedir. Oysa, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ile emekçi halkın iktidarı birbirini dışarıda bırakan iki olgudur. İkincisi gerçekten var olursa, birincisinin varlığının şu ya da bu biçim ve erimde ortadan kaldırılması doğaldır.

Aşağı yukarı benzer bir akıl yürütme ile ekonomik gelişme için de demokrasinin gerekli, dahası şart olduğu ileri sürülebilmektedir. Ekonomik açıdan “gelişmiş” olmasına rağmen, havarilerinin anladığı ve anlattığı anlamda demokrasiden, özgürlükten söz edilemeyecek ülkeler yeterince çoktur. Son zamanlarda sık sık gündeme getirilen Güney Kore bir örnek olarak verilebilir. Bu ülke ekonomik olarak dikkate değer bir gelişme gösterirken, hemen hemen 40 yıl boyunca gece sokağa çıkma yasağının uygulandığından hiç söz edilmez.

Yine bu bağlamda, daha da ileri gidilerek, demokrasi ve özgürlüğün kapitalizmin bağrından çıktığı öne sürülür. Ne büyük yalan! Oysa, demokrasinin kapitalizmin çocuğu olduğu ne kadar utanmazca bir yalansa, faşizmin onun öz çocuğu olduğu o kadar açık bir tarihsel gerçekliktir. Faşizm kapitalist toplumun kucağında beslenip büyütülmüş, iktidar olurken ve olduktan sonra kapitalizmin en büyük, en “gelişmiş” kuruluşları tarafından, tekeller eliyle desteklenmiştir. Bunu yazarken bile bir bıkkınlık geliyor insana…

Son söz de şu olsun: Kendi iktidarı ve ardından kendi toplumsal düzeni için mücadele eden emekçi halkın hedefi, ne idüğü belirsiz bir kavrama ve onun bin bir türlü cisimlenişine dönüşmüş “demokrasi” olamaz. Buradaki olamaz, olmamalıdır anlamında kullanılıyor. Olduğu da görülmüştür ve bugün insanlığın çektiklerinin kökeninde yatan bu aymazlıktan, ne yazık, bizim tarafa da düşen bir sorumluluk payı vardır.