Türkiye kapitalizmi, 24 Ocak Kararları’ndan beri, yani tam kırk yıldır, neoliberalizmin temel ilkeleri doğrultusunda işlemektedir ve bu kırk yılın on sekizinde mevcut iktidar vardır.

Birtakım sorular: Dünya düz mü, dönmüyor mu, Türkiye’de neoliberalizm var mı?

Ali 

Ali Kaygusuz, Ocak ayında yaşanan Elazığ depreminden bir gün sonra, 25 Ocak 2020’de sosyal medya hesabında aynen şunları yazdı: “Sen deprem olduğundan 3 dk sonra para dileniyorsan, vatandaş da elbette 20 yıldır ödediği deprem vergisinin nereye gittiğini soracak… Sen de eşek gibi hesabını vereceksin. Hainsiniz.”

Elazığ depreminin üzerinden yaklaşık on ay geçmişken, 30 Ekim’de, bu sefer İzmir’de bir deprem oldu ve bu haklı isyanın sahibi Ali Kaygusuz, gencecik yaşta hayatını kaybetti. Enkaz altında bulunan bir notta sevgilisine İlhan Berk’in dizeleriyle sesleniyor ve şöyle diyordu:  “Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık/(İsteğin bulanık kıyısında)/Bundan değil midir bizim aşkımızda/Sürekli bir akşam hüznü vardır.” 

Ali zamanı tırnak içine almış gibi yaşadı ve hepimize sürekli bir akşam hüznü bırakıp gitti. Açıkça yazalım, katili bu sömürü düzeni, bu bezirgân saltanatıdır. Katili, akıbeti bilinmeyen deprem vergileridir, ranttır, imar barışı adı altındaki uygulamalardır, inşaat üzerine kurulu ekonomi modelidir, denetimsizliktir.

Ve Melih 

Melih Dağbaşı, 21 yaşında gencecik bir işçiydi ve depremin olduğu gün İzmir’in en çok hasar gören bölgesinde, yani Bayraklı’da, 151 metre yüksekliğindeki bir gökdelen inşaatının en tepelerinde bir yerde, 18. katta çalışıyordu. Yer sarsılınca vincin devrildiğini düşünerek binanın kirişlerine atlamaya çalıştı ama tutunamadı, “Avrupa’nın en yüksek çelik binası” diye pazarlanan gökdelenden yere düşerek öldü. 

Bayraklı, İzmir’in son yıllardaki “gözde” semtlerinden biriydi ve zeminin uygun olmadığına dair çok sayıda rapora ve uyarıya rağmen dikey yapılaşmanın en yoğun gözlendiği, gökdelenlerle, rezidanslarla kaplanmış bir bölgeydi. Öte yandan Bayraklı, zenginlikle yoksulluğun, lüksle sefaletin birlikte var olduğu, gökdelen ve rezidansların dibinde yoksul mahallelerinin yer aldığı, alt-orta sınıfların yaşadığı bir yerdi. 

İşte deprem tam da o mahalleleri, o mahallelerdeki binaları vurdu, oralarda yaşayan insanların canını aldı. İnşaat işçisi Melih Dağbaşı ile o mahallelerde yaşayan insanlar aynı sınıftandı ve deprem kaçınılmaz bir şekilde ortak kaderleri oldu. 

Bir kez daha yazalım, katilleri bu sömürü düzeni, bu bezirgân saltanatıdır. Katilleri, akıbeti bilinmeyen deprem vergileridir, ranttır, imar barışı adı altındaki uygulamalardır, inşaat üzerine kurulu ekonomi modelidir, denetimsizliktir.

Dünya dönmüyor olabilir mi? 

İktidarın izlediği ekonomi politikalarına “neoliberal” denemeyeceği yönünde bir iddia dolanıyor bir süredir çeşitli mecralarda. Doğrudan yazalım, bütünüyle bir safsatadır, “dünya dönmüyor” ya da “dünya düzdür” demekle aynı şeydir, akıl ve bilim dışıdır.  

Neoliberalizm, insan hayatının ve doğanın sermayenin talanına sınırsız bir biçimde açılmasını hedefleyen programın adıdır. Özelleştirme uygulamalarından sosyal devletin tasfiyesine, esnek, güvencesiz ve taşeron çalışmayı kural haline getirmekten sendikasızlaştırmaya uzanan bir genişlikte, sermayenin emeğe yönelik bütünlüklü ve kapsamlı bir şekilde saldırısıdır.

Türkiye kapitalizmi, 24 Ocak Kararları’ndan beri, yani tam kırk yıldır, neoliberalizmin temel ilkeleri doğrultusunda işlemektedir ve bu kırk yılın on sekizinde mevcut iktidar vardır. Mevcut iktidar on sekiz yıldır, sermayenin emeğe yönelik saldırı programının sadık bir uygulayıcısı olmuştur. 

İnanmayan, 70 milyar dolarlık kamu varlığının nasıl özelleştirildiğine, kamu kaynaklarından sermayeye aktarılan paralara, sermayeden alınmayan vergilere ve vergi yükünün nasıl halkın sırtına yüklendiğine, kamusal hizmetlerin paralı hale getirilişine, kurulan emek rejimine, işçilerin işten çıkarma yasağı adı altında günde 39 liraya nasıl çalıştırıldığına, çalışanların kaçta kaçının asgari ücret aldığına, kayıtdışı çalışan sayısına, güvencesiz ve taşeron çalışmanın nasıl yaygınlaştırıldığına, verilen maden ruhsatlarına, talan edilen ormanlara, arazisine el konulan köylülere bakabilir. 

Neoliberalizm tüm bunların toplamı değilse, başka ne olabilir? 

Tüm bunları alt alta yazdığımızda gördüğümüz şey neoliberalizm değilse, acaba nedir? 

Neoliberalizm, devlet müdahalesinin yokluğu değil, devletin ve hükümetlerin, sermayenin hareket alanını genişletmek, onun kârlılığını artırmak, bunun için de emeğin kazanımlarını gasp etmek adına ekonomiye müdahalesidir ve neoliberal programın yürürlükte olduğu bütün ülkeler gibi Türkiye’de olan biten de tam olarak bu değil midir? 

Ve “Türkiye’de neoliberalizm yok, ahbap çavuş kapitalizmi var” demek, kapitalizmi ve tüm bu olan biteni aklamaktan, iktidar partisi ile sermaye düzeni arasındaki ilişkilerin üzerini örtmekten ve AKP sonrası Türkiye’de toplumu neoliberal programın devamına razı etmeye çalışmaktan başka nasıl bir anlama gelmektedir? 

Sermaye Meclis’te 

Bu yazının yazıldığı gün, yani Salı günü, iktidar partisi Meclis’e yeni bir torba yasa getirmeye hazırlanıyordu ve eğer son anda geriye çekilmezse, torbanın içine emekçilere, çalışanlara yönelik yeni bir gasp düzenlemesi konulmuştu. 

Neyin gaspı peki bu? Güvenceli çalışmanın, ihbar tazminatının ve kıdem tazminatının.

Yeni düzenlemeye göre, 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlar, hiçbir şarta bağlı olmaksızın geçici işçi olarak çalıştırılabilecekler. Bu ise asgari ücretin altında bir ücrete mahkûm olmak anlamına geldiği gibi, yaşlılık, maluliyet, ölüm sigortalarının ödenmemesi ve emekli olmak için gereken prim ödemelerinden mahrum kalmak anlamına gelecek. Bu ise hem emeklilik hakkına hem kıdem tazminatına ulaşmanın iyice zorlaşması sonucunu doğuracak. 

Amaç ne peki? Sermayenin üzerindeki ücret yükünü, prim yükünü, tazminat yükünü azaltmak ve böylece sermaye birikim sürecini daha pürüzsüz hale getirmek, kârlılığı artırmak.

Peki kim talep ediyor esas olarak bunu? Elbette ki sermaye. 

Sermaye örgütlerinin birlikte hazırladıkları 2009 tarihli ve “TİSK, TOBB ve TÜSİAD’ın Esneklik Konusundaki Ortak Görüş ve Önerileri” adlı raporda bakın ne deniyor: 

“Artık dünyada, klasik çalışma ve iş sözleşmesi türlerinden uzaklaşılarak, çağrı üzerine çalışma, kısmi süreli çalışma, iş paylaşımı, geçici iş ilişkisi, evde çalışma, tele çalışma gibi atipik iş sözleşmesi türleri yaygınlaşmakta; yıllık hesaplar, kayan iş süresi, telafi edici çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası, kısa çalışma gibi esnek çalışma süreleri uygulanmaktadır.” 

Sermaye, tüm dünyada neoliberal program uyarınca atılan adımların Türkiye’de de uygulanmasını istiyor ve raporun devamında şunlar talep ediliyor: 

-Kayıtlı işletmeler üzerindeki vergi, prim ve sosyal yükümlülükler azaltılmalıdır. Ücret dışı işgücü maliyetlerinin azaltılmasında OECD ortalaması hedeflenmeli ve takvimli bir program ilan edilmelidir. 

-İşçi alma ve çıkarma maliyetlerinin ve bürokratik işlemlerinin fazlalığı da işverenleri zora sokmakta, esnek çalışma şekillerinin uygulanmasını engellemektedir. 

-Bu itibarla en kısa sürede kıdem tazminatı konusunun gündeme getirilerek, işletmeler üzerindeki yükün hafifletilmesi gerekmektedir. 

-Bürokratik işlemler asgariye indirilerek kolaylaştırılmalıdır.

İşte bugün Meclis’e getirilen yasa, 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlar için, tam da sermayenin bu taleplerinin yerine getirilmesi anlamına geliyor ve eğer ses çıkartılmazsa, bunun bütün bir çalışma yaşamına yansıtılacağı, böyle bir emek rejiminin kurulacağı daha şimdiden görülebiliyor. 

Ayrışma zamanı 

Ekonomik kriz, salgın, deprem… Kapitalizmin bekasıyla toplumun geniş kesimlerinin bekasının cepheden karşı karşıya geldiği, meselenin bir ölüm kalım savaşına dönüştüğü, insan hayatının sermayenin çıkarlarına nasıl feda edildiğinin çıplak gözle görülebilir hale geldiği bir dönemden geçiyoruz. 

Tüm o hamaset yüklü “birlik beraberlik” çağrıları da, “gerçek neoliberalizm bu değil” diyerek yapılan kapitalizm güzellemeleri de esas olarak bundan ve bunun yaratacağı sonuçlardan, toplumun “artık yeter” deme ihtimalinden duyulan korkudan kaynaklanıyor. 

Oysa gerçek neoliberalizm de gerçek kapitalizm de bu. Şairin de dediği gibi “yok başka bir cehennem yaşıyorsunuz işte…”

Ve tam da bu nedenle, eğer bu cehennemden çıkmak istiyorsak, birlik beraberliğe değil, çok hızlı bir şekilde ayrışmaya ve ayrıştığımız yerde birleşmeye, bir araya gelmeye ihtiyacımız var. 

Sermaye tanrılarına insan kurban etmeye devam edilsin isteyenler bir tarafa, buna itiraz edip kaderini eline alma cesaretini gösterenler diğer tarafa!