Yapılacak iş çok. Bir yanda, eskiden beri tanımlanmış işler; bir yanda, henüz açıkça tanımlanmasa da yapıldığında çok değiştirici olacağı bugünden tahmin edilebilen yepyeni işler.

Birkaç anı, biraz eğlence, çokça mücadele

Seçimler bitti. “Kutsal sandık” ile bağlantısını kopararak söylersek, seçimler hiç bitmez. Yaşamın her alanında ve anında birbirini izleyen, çoğunlukla farkında olmadan ya da bilincine varmadan yaptığı seçimlerle yaşayıp gider insan. İnsan bireyi kesinlikle böyledir; insan toplumları içinse bu yargının doğruluğu daha farklı gerçekleşmeler içinde ortaya çıkar.

Devam etmeden önce bir ayraç açmaktan kendimi alamıyorum. Birçok yazarda vardır, sanırım. Hele bizimki gibi bilmem ne kadar eskiye dayanmakla birlikte, çok yakın zamanlarda “yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulma” ülküsünün yaygın bir karşılık bulduğu dillerde yazanlar arasında, başka dillerdekilerden daha farklı birtakım ayrışmalar, tartışmalar, hatta kamplaşmalar vardır. Bunların bir bölümü çok kişisel denebilecek özellikler taşır, bir bölümü ise daha çok üzerinde birleşilmiş kanıtlara dayanır. Bunca uzun sözle araya girerek anlatmak istediğim, ilk paragrafta kullandığım “yaşam” sözcüğüyle ilgili. Her zaman “hayat” sözcüğünü seçmişimdir; nedenini tartışmak bu yazıyı çok uzatır. Ancak, burada da bir seçimin söz konusu olduğu anlaşılıyordur, umarım.

Yazıya başlarken bitti dediğim seçimler, şunu da hatırlatmış olmalı: “Genel oy hakkı” diye bildiğimiz hak, insanlık tarihinde çok önemlidir; hem egemen konumuna gelmemiş sömürücü sınıf ve katmanlar hem de emekçiler olarak ayırt ettiğimiz büyük insanlık açısından. Bu hakkın emekçi insanlığa sağladığı ve kendi mücadelesinin ürünü olan tarihsel ilerleme tartışma dışı olmakla birlikte, günümüzde, düzelterek söylenirse, çağımızda bu hak pek çok durumda ve coğrafyada önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Daha doğru bir anlatımla, emekçi sınıflar açısından önemi azalmakla birlikte egemen sınıflar için egemenliklerini haklılaştırmak bakımından görece barışçıl imkânlar sunan bir araç niteliği kazanarak önemini sürdürmektedir.

Bu yazının eğlenceli yanıyla anılarla ilgili yanı iç içe geçiyor aslında, biri öbüründen besleniyor da denebilir.

Bir örnek, seçimlerin sonrasında ortaya çıkar ve gerçekten oldukça eğlencelidir. Bizim ülkemizi düşünerek söylüyorum, başka ülkelerde biraz ya da çok farklı olabilir, bilgiye dayalı olarak düşünce yürütebilecek durumda değilim.

Bizde seçim sonrasının, hatta hemen sonrasının “en birinci” sorusu şudur: “Seçmen ne dedi?” Seçmen adı verilen kategoriye giren insanların sayısının hızla arttığı, doğurganlığı yüksek olmanın yanı sıra yol geçen hanına dönmüş bizimkine benzer ülkelerde bu soru sorulduğunda, yanıtlarına, hele kendileri sorup kendileri yanıtlayanlarınkine aldırmamak yerindedir; çünkü, gerçeğe uygunluğu bırakalım, tutarlılığı da yoktur bunların. Az çok aklı başında olanlara haksızlık etmeyelim dersek, çoğunluğu böyledir, diye düzeltebiliriz.

Bu soruyu sorarken “seçmen” sözcüğünü kullananların daha yansız, nesnel, bilimsel takılanlar olduğu söylenebilir; en azından kendileri öyle sanırlar. Bu tür sıfatlara aldırmayanlarsa seçmen yerine, millet ya da halk sözcüğünü kullanırlar. “Ne dedi” yerine de, herhalde özneyi belirtirken boş verdikleri bilimsellik görünümünü kazanmak için olmalı, “ne mesaj verdi” derler.

Ölümünün ardından yazdığım yazıdan beri yinelediğim, doğru olmakla birlikte daha önce hiç aklıma düşmemiş yakıştırmayla, “çocukluk arkadaşım” Metin Çulhaoğlu ile hemen her seçim sonrasında konuşurken bu sorunun çeşitli biçimlerde dile getirilişini izleyerek “kafa bulurduk”. Tam da böyle, bu argo deyimi kullanarak, genellikle saçman sapan oldukları için verilen yanıtları pek de dikkate almadan, salt sorunun kendisine, soruluş biçemine ve soranlara bakarak alay ederdik. Metin bundan söz açarak bir iki yazı da yazmıştı galiba.

Seçimler sonrasının eğlenceli yanları kadar, özellikle elde edilen sonuçlar açısından, can sıkıcı, gönülgücünü kıran etkileri de vardır. Bu “gönülgücü” sözcüğü, bir zamanlar “moral” karşılığı olarak önerilmişti. Beğenmekle birlikte, yaygınlık kazanamadığı için, kullanmaktan çekinmiştim. Ara sıra böyle aklıma geliyor; bir cesaret, kullanıyorum.

O gönülgücünün kırılması ya da bozulması olgusunun örnekleri pek çoktur; istisnalar dışında genel durum budur, dense yeridir. Şimdi adını andığım eski arkadaşımı hatırlayarak bir örnek verirsem, 1977 yılının Haziran ayındaki genel milletvekili seçimlerinde, bizim partinin İstanbul adaylarının birinci sırasında Genel Başkan Behice Boran, ikinci sırada Genel Sekreter Nihat Sargın, üçüncü sırada ise Yalçın Küçük vardı. O zamanlar büyük illerde birden çok seçim bölgesi uygulamasının olmadığını da ekleyelim; dolayısıyla, İstanbul tek bir seçim bölgesiydi. Seçim öncesinde bizim Yalçın Hoca nedeni belli olmayan şiddetli sırt ağrıları yüzünden hastaneye yatmak zorunda kalmıştı. Yürüyüş dergisinde onunla birlikte çalışan birkaç arkadaş, Ankara’da o zamanki adıyla SSK Dışkapı Hastanesinde kendisini ziyarete giderken üç kırmızı karanfil götürmüştük. Pek de inanarak söylediğimiz ileri sürülemese de o sıralamadaki ilk üçün seçileceği imasıyla ve Hoca’nın konuşmasını taklit ederek “İşte böyle üç kırmızı karanfil, yani, üç kazanan aday” diye kendi aramızda eğlenerek gittiğimizi hatırlıyorum. Sonunda, ne üç ne bir olmadığı gibi o sıralar birçok alanda soldaki en büyük rakibimiz olan illegal partinin tek bağımsız adayının çok gerisinde bir oy alabildik. Ne moral çöküşüydü ama! İzleyen yıllarda bu iki parti arasındaki yakınlaşmanın ve çok daha sonraki birleşmenin fitilini ateşleyenin, o seçim yenilgisi olduğu yorumunu yapıp durmuştuk.

Buradan, uzak bir çağrışımla, hem ilginç hem eğlenceli sayılabilecek bir davaya atlayabiliriz. O seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’nin başındaki Ecevit, Demirel’in saldırgan ama haksız olmayan yakıştırmasıyla “Güneş Motel Hükümeti”ni kurmuştu. O günlerden aşağı yukarı 19 yıl sonra, aynı Ecevit bu kez kendi kurduğu Demokratik Sol Parti’nin başındayken, Yalçın Hoca kendi deyişiyle Paris’teki “gönüllü sürgününden” avukatı aracılığıyla dava açtı. Davanın konusu haksız rekabetin önlenmesi istemiydi; dolayısıyla, alışkın olduğumuz mahkemelerde değil, ticaret mahkemesinde açılmıştı. Ankara 3. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde 1996/487 dosya numarasıyla açılan davada, davacı Yalçın Küçük, altı madde halinde sıraladığı gerekçelerle, başında davalı Bülent Ecevit’in bulunduğu DSP’nin “sol” ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, dolayısıyla “adında ‘sol’ sözcüğünü kullanmasının, yanıltıcı olduğu kadar, bir haksız rekabete yol açtığını” ileri sürüyor ve bu kullanımın engellenmesini talep ediyordu. Herhalde izlemediğim için davanın nasıl sonuçlandığının ayrıntılarını bilmiyorum. Bugün Ecevit’in koltuğunda oturan ve AKP listesinden milletvekili seçilen kişinin başında bulunduğu partinin adında “sol” sözcüğünün hâlâ varlığını sürdürdüğünü ise herkes biliyor.

Anıları ve eğlenceyi tadında bırakırsak, geriye, yazının başlığına koymuştuk, “çokça mücadele” kalıyor.

Bundan ilk anlaşılması gereken, toplumsal hayatın belli alanlarında değil, bütün alanlarında ya da hemen hemen bütün alanlarında mücadele edebilmek, bu gücü yaratabilmektir. Eğer öyleyse, bir önceliklendirme de yapılacak demektir. Öncelikler belirlenirken emekçi sınıf ve katmanların hayatını doğrudan etkileyen alanların öne çıkarılması doğaldır.

Şu çoktan doldurmuş olmasına karşın en aşağılık araçlarla hâlâ sürdürdüğü ömrünün sonundaki düzenden kurtuluşun, hem nicelik hem nitelik açısından, şimdiye kadar verilenden çok daha gelişkin mücadeleleri gerektirdiği açıktır. Bunların emekçiler için en kolayı, en az zahmet isteyeni, seçmenliktir, oy vererek destek olmaktır. O çabayı göstermekle yetinecekleri  kazanmak da önemsiz olmamakla birlikte, asıl önemlisi mücadelenin örgütlerine eylemli katkı sunacak emekçileri kazanmaktır. Öylelerini kazanarak mücadele örgütlerinin güçlerini şimdikilerle karşılaştırılamayacak düzeylere yükseltmektir.

Yapılacak iş çok. Bir yanda, eskiden beri tanımlanmış işler; bir yanda, henüz açıkça tanımlanmasa da yapıldığında çok değiştirici olacağı bugünden tahmin edilebilen yepyeni işler. Ancak, hepsi için de bir zaman boyutu var. Başka bir anlatımla, gecikmenin sağlanabilecek yararı azaltacağı işler söz konusu. Bilinenlerin, alışılmışların yanı sıra çok daha etkili yollarla araçları da arayıp bularak…

Aslına bakılırsa, ister yaşam ister benim tercih ettiğim gibi hayat diyelim, nasıl daha anlamlı kılınabilir ki? 

Not: Aralık ayında yitirdiğimiz sevgili yoldaşımız Mehmet Bozkurt’un güzelim tarih yazılarını derleyip kitaplaştırmak için zaman ayırmam gerekiyor. Bu yüzden önümüzdeki haftalarda buradaki yazılarda aksamalar ortaya çıkarsa, dost okurların bağışlayacaklarını umarım.