Doğa, tahrip edilmesinin hesabını soruyor. İnsan doğanın parçası… Birikir, gerilir, sıçrar. Türkiye, bu cendereyi daha fazla sineye çekemez.

Biriken, gerilen Türkiye manzarası…

Toplamda üç kere değildir, Yusuf’ta köfte yemişliğim. Domuz eti kullansaydı, bu sayı kesin artardı benim açımdan, ama hiçbir özellik bulamamıştım. Böyle durumlarda, hikmetini anlamadığım şekilde popülerleşen, rağbet gören, ortalığı kaplayan “marka”lara mesafeli dururum. Yani, Yusuf, logolu tabelasını neonladığı an “trend” olalıberi uzak durduğum, yalnızca lezzetinde bir tercih sebebi bulamadığımdan değil, kendini beğenmişlik göstergelerinden biri nedeniyle, aman modaya kapıldığım sanılmasın diye de kapısından girmediğim bir köfteciydi. 

Kapısında, masasında neredeyse histeri içinde üç köfte için saatlerce bekleşenlere, itişenlere, “selfie”cilere  diyecek bir şeyim olamaz elbette. Öyle bir ahkâm kesecek gustom yok. 

Benim köftecim, İstanbul Bostancı’da geceleri eylemlerimizin mühimmatçısı ve gıda lojistikçisi, küçücük bacası tüten bir seyyar arabada başlayıp, sonra gördüğü “büyük ilgi”yle beş masalı yer açan ve yapabileceği halde, darbe sonrası müşteri profiline eklenenlerin “büyütsene şurayı” ısrarlarını kahramanca direnerek reddeden, halen gelip ak saçlarıyla “atsana iki köfte” diyen militanları ayrıcalıkla kucaklayan, piyazı ikram esnaf, Sabri Abi’lerdir ve her yerde bulunacak muadilleridir.

Şimdi bu milyarlar cirolu köfteci Yusuf, “isyancı lider” oldu, basın bültenleriyle, videolarla, “halkı” kendisine karşı kurulan komploya direnmeye, desteğe çağrıyor. Çağrı, azımsanmayacak karşılık da buluyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın (her özel alanlı kurumsal yapıyı tek elde merkezîleştirip lağvedince, böyle oldu) yaygın “gıda denetimleri” kapsamında “zehir, tağşiş, haram, mekruh katkı” filan taranırken Köfteci Yusuf’ta domuz etine rastlandı ve kıyamet koptu.

Yaygın kanaat, mafya, siyasal iktidar paydaşları, yabancı gıda ve fast food zincir tekelleri gibi geniş bir “şüpheliler” ağının, Köfteci Yusuf’un yüksek cirosuna “çökme” planı uyguladığıydı. O kadar şubeden sırf 2’sinde ve 10 binde 1 oranında domuz, neden olsundu ki? Her ne kadar, 2 şube örneklemse, yani hepsi taranıp da bulunan şube sayısı değilse ve 10 binde 1, kullanılan et hacmindeki orana değil, farklı eti saptama hassasiyetine  aitse de, bu tez makuldü aslında. En az, Müslümanları haramla dolandıran günahkâr tezi kadar.

Çok örneği vardı, gıdadan ilaca hemen her sektörde böyle “çökme”lerin. Ve denildiği gibi tezgâhlar ve çökmeler, en küçüğünden en büyüğüne haramî ekonomi çarkının olağan dişli yağlarıydı. Dondurması, meşrubatı, deterjanı, tekstili…

Cem Karaca’nın “hamburger go home, yaşasın köfteler” parçası eşliğinde, gerçekten “Türkiye’nin bütün köftecileri” birleşip, Tom Braks çizgiromanındaki “hay bin köfte!”ci Tonton gibi “masum” şubelere akın ettiler.

Ülkenin bütün yeraltı yerüstü kaynaklarına, en yaşamsal kamu kuruluşlarına, toplumsal hizmetlerine çöken, çöktüren patronlar düzenine karşı, bir köfte imparatorluğu mu olacaktı acaba, alt üst oluşları doğuran küçücük fitil ateşi? Daraltırsak, o günah, o mekruh hayvanın grama gelmez eti mi, AKP “mücahit”lerinin, sermaye-mafya-tarikat düzenini  sarsacaktı? Olur mu olurdu hani… Bu, “domuz eti haram” fetvasının “koyun tüccarları”nın ticarî çıkarı kaynaklı olduğu tezine de uzanabilirdi konu töbeler olsun...

Bana bile bir an, Özel’in “Bir Yusuf Masalı”yla mı girsem konuya, dedirten manzara karşısında şakalaşma  keyifliyse de, bu manzarayı, ölüm ve çürüme tamamlıyor  ve o düşlerdeki, karabasanlardaki gibi, kaçmak isteyip de, hareket edemez, soluk alamaz, bütün gücünüzü harcasanız da bir adım uzaklaşamaz kılan, jölemsi bir boşlukta çırpınır bulabiliyorsunuz kendinizi.

Kadınlar, çocuklar, bebekler, sokak hayvanları, aralıksız öldürülüyor, taciz ediliyor, şiddete, istismara uğruyor bu ülkede. Aynı anda iki adım ötemizde, İsrail, NATO, ABD ölüm  yağdırıyor bir beşerî coğrafyaya…

Ve aciz birer hurufat toplamı oluyor, kınamalar, lanetlemeler…

Geçen yazıda “devlet ve tabiat” demiştim. Bu Ece Ayhan alıntısı, Eylül 1999 tarihli “Papirüs” dergisindeki yazımın da başlığıymış. 17 Ağustos depreminde yaşanan, binlerce ölü, onbinlerce yaralı ile sonuçlanan felaketmiş konu. Henüz 6 Şubat depreminin acısı taze, akıllarda. Aynı şeylermiş tartışılanlar, 25 yıl önce de. Denetimsizlik, betonlaşma, kâr kutsallığı, müteahhitler, belediyeler, çarpık kentleşme, plansızlık, doğa yıkımı, iktidarıyla muhalefetiyle kurulu patronlar düzeni, insana sıfır değer…. Bunları yazmışım... “Papirüs” aylık dergiydi. Ekim 1999 sayısındaki başlığım: “Demenophia”… “Şeytan korkusu” yani. Onbinlerce insanımızı kâr düzeninin sorumlu olduğu yıkımda kaybetmemizin üzerinden bir ay geçmeden, toplumca “satanizm” tartışır olmuşuz çünkü. Rock müziği, metali, giyimi ve makyajı, enstrümanı, saç boyunu ve modelini kapsayan bir “cadı avı”na çıkılmış, medyanın, MHP’nin kıştırtıcılığında ve sokak şiddeti boyutuna vararak. Üç gencin, “âyin” izi taşıyan bir kadın cinayetini itirafları üzerine…

Henüz molozlar ve altındaki cansız bedenler orta yerdeyken, unutulmuş deprem…

Köfteci Yusuf, ızgaraya, harcında ne varsa artık, et atarken, çıkan cızırtıyla birlikte, tecavüzle yaşamı son bulan bebeğe, küçük bir köyde öldürülmesi JFK suikastinden karmaşık hale getirilen Narin’e, artık alenen, gündüz gözüyle ve “çok doğal” olarak işlenen kadın cinayetlerine, vahşice ve dakikalar içinde ödürülen iki gencecik kadının üzerinden “incel” akımına, yeniden “satanizm”e ne varsa, dumanı doluyor ciğerimize. 

Kamu spotu yapsak mı biraz, çiçekli, kaynak sulu, ayet-i kerimeli? MHP ve DEM el sıkışır mı, Özgür Özel, “makama” kıyam durur mu tartışsak? İsrail’e “Hııı! Çok ayıp” desek ama ticaret hacmimizi 30’a katlasak? Mafyayı devlete, tarikatı cemaate bağlasak da mı saklasak?

Bir jöle atmosferde boğuntu mu elde kalan? Hayır, olağanüstü kötülük boca edilirken üzerimize, kapkara, yoğun bir sis kaplarken ortalığı, kâbus hüküm sürerken, bir perdeyi açar bir el, gün ışığını düşürür üzerimize, bir el, önce hafifçe, olmazsa doz artırarak, dokunur omzumuza. Uyan artık uykundan uyan…  Kan ter içinde olsa da…. 

Bir el, bir elle  “vakt erişir”, işçiler yalınayak durur halaya, emeğin hakkı için yumruk sıkar, patron ensesinde. Köylü tırpan bilerken, kırları mazotla tutuştururken, Fakir Baykurt’a gülümser. Türkiye’nin laik olacağını yazar bir öğretmen, tarikat yuvasının duvarına renkli tebeşirle. Bir kortej, kadınlar ve çocuklar için düşer hesap sorma yoluna. Bir yürüyüş kolu, NATO Yolu’ndan Bağımsızlık Yolu’na çevirir rotamızı. Sokak hayvanlarını sahipsiz bırakmaz Ayşe Teyze’nin mahallesi. Bir el, bir elle. Kıpırdar birşeyler. Sezersiniz. Doğrulur birşeyler alttan alta…. Kan ter içinde…

Yıllar önce “Çürüme Edebiyatının Anatomisi”ni çıkarırken NHKM’lerde, aydınlar, sanatçılar, yazarlar nezdinde bugünlerin zihinsel temelini inşaya dikkat çekmiştik bir karşı mevzi çatarak.

Karşı mevzi. Silkeleyen el. Biziz o. 

Çökme, çürüme…. Türkiye, bu cendereyi daha fazla sineye çekemez.

“Kuzey Anadolu Fay Hattı”, demişiz, 1999’da, “her yıl, insanlarca fark edilmeyen 3 santimlik itmelerle sarsılırken, bu kez 2,6 metrelik bir adım attı. Doğa da toplumlar gibi. Birikiyor; küçük, gözle görülemeyebilen devinimlerle, bir atılımın eşiğinde olduğunun sinyallerini veriyor; sıçrıyor ve sarsıyor. Bir süre duraklıyor, birikiyor, bir daha, bir daha. Doğa da toplumlar gibi. Kaçınılmaz olan faturayı mutlaka kesiyor”…

Üzerine basınç binen ve artık dayanamaz hale gelen bir fay hattına, sükûnet tavsiye edilemiyor. Er geç boşalıyor o enerji, yeri göğü çalkalayıp. Toplumlar doğa gibidir. Doğa, tahrip edilmesinin hesabını soruyor. İnsan doğanın parçası… Birikir, gerilir, sıçrar. 

Doğa, kendiliğinden sımsıkı örgüttür ama, unutmayalım. İnsan örgütlülüğü ise, iradeyle, çabayla sağlanır. Biziz o.

Manzara ortada, Türkiye, birikti, gerildi. Sıçraması, sermaye düzeninin yıkımı olacak. Biz ona sosyal devrim diyeceğiz. Emekçi cumhuriyeti bu karabasanı örgütlü sınıfın yırtmasıdır. Bunu bilir bunu söyleriz. Doğada gecenin en yoğun zamanı, sabahın… filan klişesiyle değil, karşı-edebiyat belagatiyle de değil, sınıflı toplumların tarih bilinciyle….

Yusuf’u bilmem, Sabri Abi yürür bizimle…