Ekonomik ve toplumsal gelişme düzeyi ne olursa olsun bütün kapitalist ülkelerde göç ve göçmen işçilik, hem bir sorundur hem bir imkân. Sorunu çözmek için niyetleri de yoktur güçleri de.

Birbiriyle yarıştırılan dertler

Düzen içi muhalefetin epey uzun zamandır bir numaralı başlığıydı. Yatıp kalkıp ağızlarını açtıklarında ekonomik durumun ne kadar kötü, kötüden de öte, umutsuz, berbat olduğunu anlatıyorlardı. Halkın perişanlığından, sürüm sürüm süründüğünden söz ediyorlardı. Hâlâ da öyle. 

Yalan ya da yanlış mıydı? Hayır. Eksik bile söyledikleri ileri sürülebilirdi. Eksik söylemeleri, biraz zülfüyâre dokunmamak kaygısından, korkusundan kaynaklanıyordu. Ne de olsa, adı üstünde, düzen içi muhalefet. İş dönüp dolaşıp düzenin kendisine gelebilir, zor durumda kalabilirlerdi. 

Ama bu eksikliği bırakalım şimdi. Halkın sefaletini anlatmak konusunda zaman zaman ulaşabildikleri düzeyden sözü açmıştık; tümünün değil elbet, içlerinden takdiri hak eden kimilerinin. Oradan devam edelim. 

Halkın yoksulluğu, sefaleti, sürünmesi konularında her boydan ve her soydan düzen içi muhaliflerin yakınmalarını, kendileri o yoksulluktan pek fazla etkilenmediklerine göre şöyle diyelim, onların pek insancıl görünümlü acınmalarını anlatırken kimileyin ulaşabildikleri beceri düzeyini gördükçe aklıma gelir. Nedendir, bilinmez. Olup bitenleri içinde yaşamadan anlatabilme becerisi dersek, yoksulluğu da yoksunluğu da yaşamış o yazarımıza haksızlık etmiş olmayız, umarım.

İlk kez, yıllar önce, bizim Yalçın Hoca bir sohbet sırasında anlatmıştı; sonradan birkaç kez de yazmıştı galiba. Bildiğim kadarıyla bir zamanlar çok yakın oldukları Yaşar Kemal’in yazarlığının ilk dönemleriyle ilgilidir. Onun daha vilayet ya da adliye önünde yurttaşların dilekçelerini yazdığı günlerden kalma, belki de pek usturupluca uydurulmuş, bir anı.

Bir gün, büyük yazarımız, işte o devlet kapılarından birinin önündeki günlük mesaisinin çok  da yoğun olmayan bir anında kendisine başvuracak yurttaşları beklerken, yaşlıca bir köylü çekinerek yaklaşmış. Bir iş ya da yardım talebinde bulunacak, bunun için de ne kadar yoksul ve çaresiz durumda olduğunu anlatması gerekiyor. Üstad takmış beyaz kâğıdı daktiloya, epeyce bir yazıp bitirdikten sonra dilekçeyi çıkarmış, “dinle bakalım, olmuş mu” diyerek tane tane okumuş. Bitirip kaygı dolu yüzüne bakarak “Nasıl?” diye sorduğunda,  adamcağız, “Ağam” demiş, “biz ölmüşük de habarımız yok!” 

Halkın büyük çoğunluğu “ölmüş de habarı yok” durumdadır. Biraz düzeltelim: Habersiz olması mümkün değilse de çaresizliği bellidir. Yalnız, haberli oluşu birçok dolayımdan geçerek gerçekleşmekte, sonunda ya çok eksikli ya da çarpıtılmış bir gerçeklik görüntüsü ile karşılaşmaktadır. Sözgelimi, hemen herkesin en büyük sorun olarak ilk ağızda dile getirdiği “ekonomi”, aslında ülkesindeki dertlerin gerçekliğe en uygun adlandırılışı değildir. Tamam, sonuç olarak, hepsi ekonomi ile ilgilidir. Ama sorun ya da dert sayılanların herkes için öyle olmadığı bellidir. Timur Selçuk’un şarkısını unutmadık, kimileri için hemen her zaman “ekonomi tıkırında”dır. Mali sermayenin ve onunla içli dışlı büyük sanayi sermayesinin yıllık kârlarının ikiye üçe katlanarak gerçekleşmeyi sürdürmesi, halkın o küçük bölümü için, ekonomi diye adlandırılacak bir derdin olmadığını gösterir. Halk yığınları için dert olan, işsizlik ve pahalılıktır; onlarla birlikte katlanıp çoğalan yoksulluktur. Hepsi birden, bu düzenin mütemmim cüzüdür, bütünleyici parçasıdır. Biri varsa öbürü de vardır. İşsizlik olmadan kapitalist ekonomi işlemez, pahalılık olmadan da canlılığını sürdüremez. Demirel’in bir zamanlar “pahalılık sıhhat işaretidir” demesi de bizim Doktor’un ikide bir işsizlik ve pahalılıkla mücadele adıyla dernekler kurup kurdurması da boşuna değildi. Kendi açılarından haklıydılar.

Kısacası, ülkemiz halkının büyük çoğunluğu, Yaşar Kemal’in en abartılı anlatımlarının bile ılımlı bulunabileceği bir yoksulluğu yaşamakta, yaşadıkça hem umutsuzluk hem de, herhalde, henüz dolaylı biçim ve yönlerde kendini gösteren bir öfke biriktirmektedir. Zenginliklerine zenginlik katanlar içinse bu işin böyle gidip gitmeyeceğine ilişkin kuşkuların artmadan kaldığını kim söyleyebilir!

Bu kadar dayanılmaz boyutlara ulaşıp süreklileşmiş bir sorun varken, aslında kökü oldukça eskiye uzanan, ama son zamanlarda ağırlığını duyuran bir başka ürkütücü dert ortaya çıkıp ilkiyle yarışır oldu. Nesnel olarak henüz bir yarışmadan söz etmek için erkendir; dolayısıyla, yarıştırılma demek daha yerindedir. Böyle dersek abartmış sayılmayız. Aslında, yüzyılımızın ikinci onyılında ortaya çıkmış, çıkışında bir ölçüde, süreğenleşmesinde büyük ölçüde iktidarıyla muhalefetiyle ülkemizi yönetenlerin payı olan Suriye krizi ile çetrefilleşmiş bir sorun bu. Her biri az çok farklı anlamlar taşısa da göçmen, sığınmacı, mülteci sözcükleri kullanılarak genellikle dikkatsizce dile getiriliyor. Bunu belirttiğimize göre sakıncalarını göze alarak göçmen sözcüğü ile devam edelim. 

İnsanların, onların oluşturdukları küçüklü büyüklü toplulukların oldukça farklı nedenlerle bir yerden bir yere, bir coğrafyadan uzak ya da yakın bir başkasına göç etmeleri, bu sırada ve göçmeyi tamamlayıp yerleştikten sonra karşılaştıkları başka insan topluluklarıyla her iki tarafı da etkileyen, barışçı olan ya da olmayan çeşitli biçimlerde, zorunlu ya da gönüllü ilişkiler içine girmeleri çok eski tarihlerden beri yaşanmıştır. Hâlâ da yaşanıyor. Bu olguyla ilgili niceliksel ve niteliksel etkenlere bağlı olarak da, bazıları makul süreler içinde çözülebilen, bazıları uzun süreler boyunca çözülmeden kalarak doğurganlaşan  çeşitli sorunlar çıkıyor.

Bu genellemelerden güncel gerçekliğe gelindiğindeyse, gözden kaçırılması, sorunun özünün kavranmasını, dolayısıyla çözüme yönelik gerçekten etkili adımlar atılmasını imkânsızlık ölçüsünde güçleştiren bir olguyla karşılaşılıyor. Emperyalizm aşamasındaki kapitalist sistem açısından, göç olayı ve göçmenler, yedek işgücü ordusunu çoğaltmak, sadece çoğaltmak değil, deyiş uygunsa, yedeklemek anlamındadır. Yedeğin de yedeğini yaratarak sömürünün artırılmasını güvence altına almak, böyle de denebilir. İşçi sınıfının bölünmesi ve bölmelerin birbirine düşmanlaşması, düşman konuma getirilmesi ise sistem için bazı tehlikeler barındırsa da son derece yarayışlı bir yan üründür. Dolayısıyla, sistemin yaklaşımı, bu olguya köklü bir çözüm bulmak üzere değil, denetim dışı düzensizlikleri gidermek amacıyla olur. 

Ekonomik ve toplumsal gelişme düzeyi ne olursa olsun bütün kapitalist ülkelerde göç ve göçmen işçilik, hem bir sorundur hem bir imkân. Sorunu çözmek için niyetleri de yoktur güçleri de. İştah kabartıcı bir imkânı ellerinin tersiyle geri çevirmeleri ise ülkemizdeki kimi temsilcilerinin pek sevdikleri sözcükle “fıtratlarında” bulunmaz.  İktidar ya da muhalefet sözcüleri olsun, fark etmez, üç beş günde bir değişen söylemlerin, art arda verilen sözlerdeki tutarsızlığın apaçık karşıtlığa dönüşmesinin, alışılmış atışmaların yerini kof kabadayılıkların almasının kaynağında bu vardır.

Kaynağı kurutulmayan hiçbir sorun ortadan kalkmaz.