Dolar kuru hiç önemli değilmiş! Tabii bakmazsın oraya ve tabii ki önemli değildir dolar kuru senin için. Keyfin yerinde.

Bir yılbaşı yazısı: Füruzan Şekerşerbet

Üç yıl aradan sonra merhaba!

Ben Füruzan Şekerşerbet. Bir kediyim. Önümüzdeki Nisan ayında on altı yaşından gün almaya başlayacak olan yaşlı bir siyam kedisi… Üç yıl öncesine kadar hemen her yeni yıl girişinde bir yazı yazmayı adet edinmiştim. Eski okuyucularım hatırlayacaktır. Şimdi tekrar denemek istiyorum. 

"Yaş" dedim de, "hamfendi"nin elini ileri doğru uzattıktan sonra başparmağını tek tek diğer parmaklarına değdirerek bir, iki, üç diye iştahla bir sayışı var ki anlatmakla olmaz görmelisiniz. Bugünlerde her nedense yaşıma taktı. İlginç biri, dikkat ediyorum, yani ne zaman uzandığı kanepede ayaklarının üzerine yatıp kendimi sevdirmeğe karar versem o can sıkıcı konuyu açıyor: 

"Parlak kuzguni harikulade tüyleri vardı hatırlıyor musun, inanamıyorum, şuna bakar mısın ne zaman bembeyaz oldu bu" diyor. İlavesi de var: 

"Çok üzülüyorum."

Bunları pos bıyıklı kel emir erime söylüyor. Emir erim nasıl da şeker ve mantıklı, “evet” diyor, “Herkes gibi o da yaşlanıyor ama farkında mısın bilmem bütün davranışlarından bilgelik akmaya başladı, adeta Spinoza… Olmadı… Pisinoza!"

“Hamfendi”yle aramda sürekli bir gerilim var. Bu gerilim onu kucağına yatarak onurlandırdığım zamanlarda kendini belli ediyor. Her defasında uğursuz bir haber duyuyorum. En azından benim açımdan böyle. Bunu ifşa etmek istemezdim, ne de olsa on beş yıllık iyi kötü bir hukukumuz var ama galiba bana yönelik gizli bir de ajandası var. Onun kucağında rahat rahat kestirirken bu tatsız duyguya kapılmamın nedenini boş bir kuruntu olarak değerlendirilenler elbette çıkacaktır. İlkin ben de benzer şekilde değerlendiriyordum ancak hani kucağında kestiriyordum dedim ya, kestirirken bir kulağım hep tetiktedir, televizyon denilen icadın ekranında, tanımam etmem damatmış, onu gördüm ve söylediklerini tetikte olan tek kulağımla az çok işittim. İnanamadım. Bu defa diğer kulağımın antenlerini de açtım. Açmaz olaydım. Damat Bey konuşuyordu:

"Pandemi koşullarının getirdiği her türlü zorluğa rağmen ‘YEP’ hedefimiz kapsamında ihracatın her geçen gün güç kazanarak, bakın burası çok önemli, yeni rekorlar kırdığı ve cari dengenin sağlandığı bir döneme giriyoruz… Dolar kuru benim için önemli değil, kur önemli değil hiç oraya bakmıyorum."         

Dolar kuru hiç önemli değilmiş! 

Tabii bakmazsın oraya ve tabii ki önemli değildir dolar kuru senin için. Keyfin yerinde. Şuraya işaretimi bırakıyorum. Benim işaret bırakma yöntemimi bilen bilir. And olsun ki elime geçtiğinde seni cırmalayacağım. Ne güzel, kur düşükken ithal cinsinden ıslak mamaları depola evine, yok somonlusu, yok alabalıklısı olmadı geyik eti… Üç öğün yemek kabında! Sonra çık ekrana, neymiş efendim, sen maaşını dolarla mı alıyorsun, kur seni niçin ilgilendiriyor. Kur beni doğrudan hem de şiddetli bir şekilde ilgilendiriyor cancağızım zira anladım ki kulağını ekrana diken yalnızca ben değilmişim. O akşamdan sonra, yani damat efendinin tuhaf sözlerinden sonra ne zaman mırın kırın etsem ya da kabadayılık yapmaya kalksam “Hamfendi”nin tehdit dolu sözleriyle karşılaşıyorum:

"Bak ayağını denk al ıslak mama yerli ve milli falan değildir. Doğrudan dolarla bağlantılıdır. Çok pahalı bir hale geldi, kendimizden kesip sana yedirmeğe çalışıyoruz yaşını başını bil, önüne ne konuluyorsa ye, bu yaştan sonra vallaha sokağı boylarsın!"

Bu tehdit karşısında bir hafta kendime gelemedim. Eskiden huzur içinde deliksiz uyurken o günden sonra yarım yamalak uyumaya başladım. Sıçrayarak uyanmalarım da alay konusu olmaya başladı. Neyse ki pos bıyıklı kel emir erim, dolar meselesinden sonra  ne olur ne olmaz onu en azından bir süre kendimle eşitlemiştim, beni kesin koruması altına aldığını “hamfendi”ye ilan etti de kendime gelebildim.

Emir erimin sözlerindeki padişah edasına bakar mısınız: 

"Bu evden en son gidecek olan Füruzan Hanımdır böyle biline!"

"Hamfendi"nin sinirlerinin bozulmasını da anlıyorum neyse ki Hamza gündemi değiştirdi de hem ben hem o bir nebze olsun rahatlamış olduk.  

Şimdi bu Hamza pehlivanmış. Görünüşüne bakılırsa kilosu ağır çekiyor olmalı. Dünya şampiyonu olarak göndere bayrağımızı çektirmiş pek güzel pek onurlandık ve ben kedi halimle onun hak ettiği şekilde de ödüllendirildiğini hatırlar gibiyim. Yani kendine tonlarca ıslak mama alabilir. Ayrıca Sultan partisinden onu milletvekili yaptı mı, yaptı. Dört ayrı yerden de maaşa bağlandığını öğrenmiştik ki haberin kuyruğuna bir de diploma meselesi takıldı.  

Orta mektebi bitirmiş ancak liseyi okumadan üniversite sınavlarına girmiş, kazanmış, bir de onu bitirme becerisi göstermiş. Benim bu husustaki yorumum kedi aklımla şudur: Bundan böyle lise eğitimi gereksizdir. Gereksiz olsa bile, tek parti döneminden kalan bir alışkanlık olarak diplomada ısrar edilmesi halinde piyasadan satın alma yoluyla edinilmesinin önü açılmalıdır. Dört ayrı yerden maaş ve “sahte diploma” meselesine getirilen haber yasağını birazdan anlatacağım ve bizzat bir kedi olarak yaşadığım mağduriyet üzerinden değerlendirmeğe çalışacağım.

Mahkemenin pehlivanımız için vermiş olduğu karar gerekçesiyle birlikte doğru ve isabetlidir:

"Kamu yararı bakımından siyasi ve medyatik bir kişiliğe sahip olmayan başvurucu hakkında internet ortamında yayınlanan haberlerin kolaylıkla ulaşılabilirliğinin başvurucunun itibarını zedelediği açıktır."  

Evet açıktır. 

Ya benim “kaka” meselemin orada burada konuşulmasına ne diyeceğiz sayın mahkeme heyeti. Bana göre bu karar kediler alemini de kapsayacak şekilde genelleştirilmelidir. 

Hiç unutmam on bir yaşımdaydım, kırk yılda bir, bu da tuhaf bir ifade oldu, kakamı kum kutusunun dışına kaçırdım. Kapatacağım derken etrafı eni konu berbat ettim. Yapmışsın bir kaka değil mi ama konuşacağına, afedersiniz saklamaya çalışacağına, kabullen, otur oturduğun yerde. Yaptık bir eşeklik de. Çırpınıp debelenmenin bir âlemi var mı? 

"Hamfendi" yıllarca bunu yüzüme vurdu. Orada burada anlatıp durdu. Tamam biraz medyatik kişiliğimin olduğu doğruysa da siyasete tamamen yabancıyım. Bunu uçan kuşa duyurarak itibarımı zedelemeğe hakkı var mı, benim kakamın haber yapılmasında nasıl bir kamusal yarar var bunu anlayabilmiş değilim. Ben de yaptığım kakanın haberleştirilmesine yasak isterim. Dileğim budur. Hamzaya’da tavsiyem diplomasını bir yerlere saklamaya çalışacağına güzelcene iade etmesidir. Aksi halde ant olsun ki bunların dilinden kurtulamazsın.

Ayrıca ve bence, yalnızca Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı görevine kendini adamalısın. Zamanını buna harca. Senin türünden olanlara danışılması gereken sorunlar hep çıkacaktır. Şimdiye kadar diğer görevlerinden almış olduğun maaşları, günümüzde pek moda olan “hayır hasenat” işlerine harcamamışsan bolca ıslak mama alarak kediler âlemini sevindir. Hem bunun da bir nevi “hayır hasenat” işi olduğunu unutma!

Pandemi meselesi kuşku yok ki insanlık âlemini derinden etkiledi. İlk günlerdeydi densizin biri virüsün bizimkilerden bulaştığını ileri sürdü. Dehşete kapıldım. Asırlar önce veba patladığında neden olarak cadılar ve onlar gibi geceleri seyrana çıkan biz kediler gösterilmiş, yalnızca Avrupa’da çok sayıda kadın cadılıkla suçlanarak öldürülmüş, biz kediler ise jenoside tabi tutulmuştu. Bu konunun benim kel ve posbıyık tarafından daha önceki bir yazısında ele alındığını hatırlıyorum. Okumanızı öneririm.

Bugünlerde bir takım abuk sabuk haberler alıyorum. Neymiş, İtalya’da yapılan bir çalışmada virüsün bilmem hangi bölgede köpeklerin yüzde 3,4’ünde, kedilerin yüzde 3,9’unda görüldüğü saptanmış. Sözüm ona bu çalışmanın sonuçları ne zaman açıklandı dersiniz? Üç Ağustos’ta… Bilenler bilir üç Ağustos yalnızca üç Ağustos değildir. Sekiz Ağustos’a beş kala demektir. Sekiz Ağustos ise dünya kediler günüdür. Kurulan tuzağa bakar mısınız? Bu düşünce silsilesini aşırı indirgemecilik olarak bulanlar olacaktır. Ben bir kedi olarak öyle düşünmüyorum. Antenlerim gayet güçlüdür. Dikkat isterim; dünya kadar kedinin bir araya geleceği güne beş kala jenoside meşruiyet kazandırmak için teorik alt yapı nasıl döşeniyor, lütfen bakar mısınız? Neyse ki virüsün bizimle ilgisi olmadığı anlaşıldı da tarihin tekerrürü gerçekleşmedi. 

Tombul parmaklı, kırpık bıyıklı biri hemen her hafta ekrana çıkıp ölü ve hasta sayılarını veriyor. Bundan ötürü de “süreci pek güzel yönetti” deniliyor. Yani ekrana çıkıp önüne konulan rakamları okumak; her defasında “maske, hijyen, mesafe” tekerlemesini yuvarlamak marifet ise Hamza bunu orta mektep diplomasıyla pekala yapabilirdi. Bunun için sağlıktan sorumlu bakanı ekrana çıkarmak ne lüzum! 

Bir de şu var, hani meraklıyız ya, Tayyip Bey, ekranda gördüm, ağzını ve burnunu kapattığı maskesini çıkardıktan sonra koşturarak gelen kelli felli bir adama maskesini uzatıyordu. Tayyip Bey’in ağzını ve burnunu kapatan maskeyi eline alan adam bu maskeyi, tıbbi atık diyoruz, ne yapıyor? İşte bunu merak ettim. Cebine koyup sonradan çöpe mi atıyor, ya da hatıra deyip saklamak üzere çerçeveletip evinin duvarına mı asıyor ya da kendisi mi takıyor; Tayyip Bey maskesini çıkardıktan sonra güzelce katlayıp cebine koysa ya da koluna taksa itibarı mı zedelenir işte bütün gün bu sorularla boğuştum durdum, yarı uyur yarı uyanık yatmakta olduğum koltukta!

Neyse…Üstüne bacaklarımı sarkıtarak yattığım radyatörün ısısı mı arttı ne bunalır gibi oldum. Radyatörden, benim kelin he bire bir şeyler okuyup yazdığı masaya, oradan masanın karşısındaki sandalyeye ve oradan da yere yumuşak bir iniş yapmam gerekiyor. Bu adamın kurşunkalem merakından bıktım. Onlarla yazıyor. Sen de tükenmez kalemle yazsana be adam. Bir de çok ki. Özenle uçlarını açıyor. Kalemliklerde kurşun kalemler sivri uçları yukarı gelecek şekilde istif edilmiş. Bunun benim açımdan işaret edilmeğe değer acı bir hatırası var:  

Günün birinde hiç unutmam masa üzerinde mutat araştırmalarımı yaparken bir kalem kemiresim gelmişti. Kalemliğe doğru uzanmıştım. İnanmayacaksınız ama saniyesinde patime saplanmış bir kalemle deli gibi bağırarak salona kendimi zor atmıştım. Bütün kalemlerin oraya buraya saçılması da cabası. Neyse ki “hamfendi” imdadıma yetişmişti de patimi kalemden kurtarmıştı. Bu kadın beni seviyor galiba. Onu ödüllendirsem mi diye düşünüyorum. Galiba onu ben de sevmeye başladım.

Evet, ne diyordum; anlattığım güzergahı takip ederek yere indim. Salona geçtim. Bizim ki "hamfendiyle" birlikte sofrada. Bu iyi. “Hamfendi”yle koltuk kavgası yapmayacağım anlamına geliyor. Koltuğa zıpladım. Gece makyajımı yapıyorum… 

Bitiriyorum, bunu yaparken de biz kedilerin saygı değer dostu, şimdi aramızda olmayan, göç ettiği "Geçmiş Kediler Bahçesi"nde "Ne Kitapsız Ne Kedisiz" yaşamakta olduğuna inandığımız Bilge Karasu’nun bir sözünü sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Bir zamanlar kediymişim ben… Sonra, herhalde kediler arasında işlenebilecek en büyük suçu işlemişim ve dünyaya bir daha gelişimde insan olma cezasına çarptırılmışım…”

Evet bu kadar. Uykuya geçmeden önce hepinizin yeni yılını kutlamak istiyorum. Kutluyorum. Patimle selamlıyorum!