Bir fotoğrafa takıldım. Mars’tan Dünya’nın, hani bizim mavi yuva gezegenimizin görünüşünün fotoğrafına. Benim miyop astigmat gözlerim görmekte zorlandı. Belli belirsiz beyaz, minicik bir leke…

Bir Tatlı Seda

Bazen her şey zor geliyor. İnsanın enerjisini sürekli koruyabilmesi ise neredeyse mümkün değil. Görüyoruz, duyuyoruz, söylüyoruz. Ama hep görmek, hep duymak hep söylemek de yorucu, yine, yeniden, yeniden, yeniden… takatsiz kalasıya.

Ağır kayayı dağın tepesine taşımaya yazgılı Sisifos gibi; bütün sırları bilmiş, görmüş Sisifos’un çocukları gibiyiz. Türkiye siyasal yaşamında yaşanılan olaylara bakın hele. Hemen hepsinde bir dejavu duygusu. “Biz bu filmi daha önce görmüştük.” de denebilir amiyane tabirle. Zaman geçiyor, filmler filmleri kovalıyor ama geçmiş, bazı sönmüş yıldızları anımsatıyor, bugüne fısıldıyor. Yaşanmıştı, diyor. Vardılar. Başka bir ses, tatlı bir meltem gibi yüzümü okşuyor. Vardık, varız, var olacağız, diyor.

Hatırlıyor musun?

Bir fotoğrafa takıldım. Mars’tan Dünya’nın, hani bizim mavi yuva gezegenimizin görünüşünün fotoğrafına. Benim miyop astigmat gözlerim görmekte zorlandı. Belli belirsiz beyaz, minicik bir leke… Etkiledi beni bu fotoğraf. Hâlâ fotoğrafta görünen beyaz, belli belirsiz minik lekenin çağrıştırdıklarındayım. Şimdi biz milyarlarca insan; güzellikleriyle, yoksunluklarıyla, eşitsizlikleriyle, muazzamlığıyla bu gezegende yaşıyoruz öyle mi?

Bazen hayatlarımıza, gündelik koşuşturmalarımıza, evimize, ülkemize ve dünyamıza uzaktan, epey bir mesafeden bakmak iyidir duygusu uyanıyor bende. Yıkıcılıklara, kıyıcılıklara, korkuya, yiğitliğe, bilgeliğe, emeğe, dar zamanlara, geniş buluşmalara uzaktan, belli bir mesafeden bakıldığında odakların faklılaştığını daha serin, yenice yıkanmış bir yaz avlusunda, geçmişin, bugünün, belki de yarının gizli sırlarına ulaşılacağını düşünüyorum. Çok mu gizemli ve dahi gizemci oldu. Öyle değil, değil aslında.

Nasıl desem, Mars fotoğrafları, kedimiz Minnoş’un evden kaçması, Köy Enstitüleri üzerine okuma ve yazma mesaisi, Hasan Âli Yücel’in 26 Şubat’taki ölüm yıldönümü, yeni kedimiz Pati’nin hastalığı, çocuklarımın bitip tükenmeyen susmamacasına anlatma isteği, gündelik haberler, sünen salgın tabloları, Boğaziçi Direnişi, odanın bir köşesinde giderek yığılarak ufak bir arkeolojik tepeyi andıran, yeni ve okunmayı bekleyen kitaplar, not defterimden izlenmek için notlanan film ve dizi adları, işle ilgili rutinler… Bitmiyor. Derken. Takvimdeki 26 Şubat 1961 tarihi Mars fotoğrafı gibi düşüp duruyor önüme.

Hasan Âli Yücel’in ölüm yıldönümü… Hani, “Çağın en güzel gözlü Maarif Müfettişi”

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmakta devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Hani Can Yücel’in babası olan… Aralık 1938’de Hasan Âli Yücel atanır Maarife ve ardından İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürü iken birlikte Köy Enstitüsü projesi için çalışmaya başlarlar. O günden bugüne açıldığı1940 Nisanı düşünüldüğünde, kapatılana dek hepi topu altı yıl faaliyette bulunur. 1946’da Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalır ve Enstitüler köy okullarına dönüşür. Demokrat Parti Dönemi’nde, 1954’de bu köy okulları da kapatılır. Ama Köy Enstitüleri üzerinden Türkiye siyasetinin saflaşmaları, Köy Enstitüsü eğitim modeli olarak ‘yaparak öğrenme’, Türkiye ilerici hareketini belirleyen ve etkileyen “köylü aydın” kuşağı, Aydınlanmacı damarın o günlerden paramparça edilmesine yönelik yapılan hamleler, eşit eğitim olanağına ulaşamayan köy çocuklarına bir vaha esintisi etkisi yapan enstitülerin niteliği, hemen hepsi bugün de tartışılmakta.

Öyle ki o gün Köy Enstitülerine, öğrencilerine, öğretmenlerine ve öncülerine yönelen öfkeli güruhun bileşenleri, barındırdığı söylemler ve bu kanatların düşünsel ve siyasal ardılları bugünün siyasal haritasını neredeyse net bir biçimde karşılıyor.

Mars’tan bakıyorum mesela, dünle bugün arasında ne kadar ışık kırpımı var diye düşünüyorum. İsmail Hakkı Tonguç’un masaya eğilmiş mektup yazarken halini tutuyorum hayalimde, şu mektubu yazıyor, sene 2 Ekim 1940:

Müesseselerinizdeki kız talebe işi, pek çok emeğinizi harcamanız lazım gelen çok ciddi, önemli ve büyük bir meseledir. Kızları bir tarafa, erkekleri de diğer tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir ve bu ayırmanın bir neticesi olarak mektuplaşan kız ve erkek iki talebeden kızı Enstitüden uzaklaştırmak tedbiri cemiyetin kadına kıyan eski telakkisinin yaşatılmasından başka bir mahiyet ve manayı haiz değildir. Kızlar kızlıklarını, erkek çocuklar da erkekliklerini bilerek müessesenizin tabi hayatı içine sokulmalıdır. Bisiklet, motosiklet kullanma işini, bir musiki aletini çalmayı, şarkı söylemeyi, millî oyunlar oynamayı bütün talebe aynı derecede bilmelidir. Bütün güçlüklerine rağmen kız ve erkekli bir hayatın her türlü işine, eğlencesine, zevklerine ve ıstıraplarına iki cins talebe de müştereken sevk olunmalıdır. Bayağı olan her şeyden kaçınmak ve korunmak şartıyla kız ve erkek talebeye hayatı bütünü ile yaşatmanız lazımdır. Kadın öğretmenleri iyi idare ederek bu işe adapte etmek için birçok fedakârlıkları göze almak ister. Bu arkadaşların tek güvendikleri sizlerin şahsiyetleriniz, otoriteniz, onlara karşı babaca hareket edebilmenizdir. Kendi kızlarınızı terbiye eder gibi onları yetiştirmenizi ve müesseselere mal etmenizi bekliyoruz. (Tonguç, 1990: 36)

Öte yandan karma eğitime, Türk aile ve ahlak yapısına aykırı diye ter ter tepinerek karşı olanlar; fazlası var eksiği yok güruhu sayayım mı? Birincilerden sıralayarak, namus elden gidiyorcular, köylü çocukların gözünü açınca ağaya, eşrafa başkaldırırcılar, komünist işi deyiciler, Halkçılık da bir yere kadarcı Halk Particiler, Efenim bunlar köyde kalmaz şehre göz diker şehirler elden gider diye korkucular, köy çocuklarını köylü yapmak uygun mudur sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitleye diye hassaslaşanlar, kutup kutup dünyada ABD kutbuna dört elle sarılanlar, Demokrat Parti’ye komünistlik yapıyorlar deyü fırka iktidarlarını kaptırmak istemeyenler, rövanşistler, yozlar, Vandallar, paranoyaklar; yer damar damar insan salkım salkım nitekim.

Örneğin Peyami Safa “Çocuklara Nazım Hikmet'in şiirlerini ezberleten, Marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de Marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen şuurlu bir Türk aydını yoktur.” diyor örneğin. Dahası ve tillahı sinirleriniz kaldırıyorsa Türk sağının yol haritasında, detaylandırabilirsiniz, örneğin dönemin iklimini görmek açısından Uğur Mumcu’nun “40’ların Cadı Kazanı”, 1944’te başlayan üç yıl süren Hasan Âli Yücel-Kenan Öner Davası, Türk milliyetçi sağının, Necip Fazıl’ın, İlhan Darendelioğlu’nun Enstitüler ile ilgili yazdıkları, hepsi ibretlik.

En adaplısı Peyami Safa diyelim Köy Enstitülerine saldırırken gerisini siz düşünün. Şimdi Mars’tan bakıyorum ya kedimiz gelmiş, zaman yaş aldıkça daha ağır geçer olmuş, hayatıma yüz milyon baloncuklu hayatlar sığdırabilirmişim giderek, Köy Enstitüleri altı yıl değil de bir ömür açık kalmış, toprak yeşermiş, tohum çatlamış, kız çocukları okumuş, aynı filmler yeniden yeniden gösterime girmemiş, başka bir hayat, başka bir gezegen, başka türlü bir şey mümkünmüş.
Nihayetinde bir tatlı seda almaya gelmedik mi?

Tonguç, İ. H. (1990). Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları, Çağdaş Yay. İstanbul.