'İç konsolidasyon' hedefine ne kadar ulaşılabildiği henüz belirsizdir; ama şimdilik yetersiz düzeyde kaldığı ortadadır. İkinci kuşa gelince…

Bir taşla kaç kuş?

Buradaki taş Ayasofya oluyor. Bu kadar büyük bir taşı kimse bir yere atamaz. Demek, taş bir mecazdır ve camiye çevrilme kararı ise birçok yere atılabilir, birçok kuşu vurabilir.

İlk bakışta, iki kuşun vurulduğu ya da hedef alındığı görülebiliyor.

Birincisi, iktidar koalisyonunun büyük ortağının bir süredir çantada keklik görülerek ihmal edilmiş geleneksel, kemik tabanının sağlamlaştırılması, pekiştirilmesi, hiç sevmediğim sözcükle, “konsolidasyonu”. Toplam seçmen kitlesi içindeki oranına ilişkin yüzde 10 dolayında tahminler ileri sürülen bu tabanın herhangi bir gelecekte yapılacak seçimlerde pek önemli bir büyüklük oluşturmadığı haklı olarak söylenebilir. Yanı sıra, ne kadar ihmal edilmiş olursa olsun bu kemik tabandan cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli yüzde elli artı 1 kişi formülünü bozacak bir kaymanın gerçekleşeceği de düşünülemez. Öyleyse, bu “konsolidasyon” işinin iman tazelemeden ibaret kalmaması gerekir. Ya ne olmalıdır?

Olması gereken şudur: Adı geçen tabanın imanı tazelenmekle yetinilmemeli, daha öteye geçilerek, bu tazeleme oradakilerin tümüne yakınını militanlaştırabilecek şiddete ulaşmalıdır. Ulaşmalıdır ki, kendilerinden kopanları ve o arada, mümkünse, henüz hiç katılmamış olanları etkileyebilecek, ürkütebilecek, bir biçimde yola getirebilecek gücü sağlasın.

Şu ana kadar olup bitenler, bunu sağlamaya yetecek düzeyde görünmüyor. Hatta, reislerinin camileştirme kararının açıklandığı sıralardaki bir uyarısına bakılırsa, bir tereddüdün varlığından söz edilebilir. Erdoğan o uyarısında hemen oralara doluşup ortalığı ayağa kaldırmayın anlamında sözler söylemişti. O günlerde cami önünde toplanıp nümayiş yapmaya kalkışanlar pek cılız bir topluluk olarak kalırken, daha sonraki günlerde de ne bir sevinç gösterisi oldu ne bir zafer kutlaması ne de hatta kayda değer bir destek etkinliği. Gerçi, ilk namazın eda edilmesine yakın ya da hemen ardından birtakım gösteriler planlanmış olabilir. Onların eksikliğinde şu “konsolidasyon” kuşu tümden ıskalanmasa bile ancak bir kanadından vurulmuş, o vuruş da olsa olsa teğet geçme biçiminde başarılmış olacaktır.

Bu arada, kapitalizmin uygar sanılan dünyasından gelen tepkilerin, kestirilebileceği gibi, söz edilmeye değmeyecek düzeylerde kaldığı görülmüştür. Bununla birlikte, daha ciddi tepkiler gelseydi, bunlar hedef alınan birinci kuşu, hatta daha fazlasını vurmak bakımından yardımcı olabilirdi. Gerçi, bu imkân henüz ortadan kalkmış değil. Bundan sonra küffar diyarlarında ortaya çıkabilecek camilere ve başka müslüman mekânlarına saldırı benzeri gösteriler, bu yardımı sağlayabilir. Böyle bir yardımın gelip gelmeyeceğini göreceğiz. Güçlü bir olasılık sayılmaz.

Şu anda geçici bir sonuç olarak şunu yazmak mümkün görünüyor: “İç konsolidasyon” hedefine ne kadar ulaşılabildiği henüz belirsizdir; ama şimdilik yetersiz düzeyde kaldığı ortadadır.

İkinci kuşa gelince…

İzleyebildiğim kadarıyla ilk değinen Kemal Okuyan oldu. Buradaki 11 Temmuz tarihli yazısında şunları söylemişti:

Ayasofya hamlesi, bir türlü dağıtılamayan Millet İttifakı’na bu kez başka bir noktadan müdahale olarak görülmeli. HDP’yi sıkıştırarak muhalefeti çözemeyen Erdoğan bu sefer ittifakın Milli Görüş ve MHP kökenli unsurlarının genetiğine seslenmeye karar verdi. Ayasofya mükemmel tercih. Saadet Partisi çocuklar gibi şen, İYİP mutlu mesut, AKP kökenli iki yeni parti bu tablonun dışında kalamaz.

Ayasofya’nın ibadete açılması, öncelikle, Erdoğan’ın Millet İttifakı’nın CHP dışında kalan kesimine ‘ne işiniz var o mahallede’ diye seslenmesidir.”

Bu seslenmenin karşılıksız bırakıldığı söylenemez. Örnek olsun, Akşener’in kadınlar için özel olarak hazırlanacak bölümde namazını kılacağı kutlu Cuma’dan birkaç gün önce yandaş basının özel görevli köşe yazarlarının diline ve kalemine düştü. Oysa, aynı Akşener, Danıştay’ın cami kararının ardından partisinin meclis grubunda yaptığı bir konuşmada, 1934’teki müze kararını imzalayanları tarihe ihanet ile suçlayan Erdoğan’ı ağır biçimde eleştirmişti. O konuşmada kullanılan “çemkirmek” sözcüğünün anlamını burada yazmak sakınca yaratabilir. Bilmeyen sözlüğe bakmalıdır. En sonunda, namaz gösterisinden bir gün önce, “bilime kulak vererek” başlattığı pandemi karantinası Temmuzun 24’ünde değil 27’sinde sona ereceği için katılmama kararı aldığı partisince resmen açıklandı. Bu tür zikzakların, muhalefet iddiasındakinde daha çok olmak üzere, her iki ittifakta da sık sık görülebileceğine dikkat çekmek yeterli olmalı.

Ayrıca, namazın hemen öncesinde ve sonrasında olabilecek ya da düzenlenecek karşılaşmalar, kısa/uzun görüşmeler ve benzerleri de Erdoğan’ın seslenişinin ne ölçüde ve ne kadar kalıcı karşılık bulduğuna ilişkin ipuçları verecektir.  
Yukarıda bir bölümünü alıntıladığım yazıda şu da söyleniyordu:

(…) parti yönetiminin ters yöndeki bütün çabasına karşın CHP seçmeninin en az yarısının laik duyarlılıkları hâlâ canlı. Dolayısıyla her gün bu kesimin sindirim sistemini zorlayan kararlar alan parti yönetiminin tutumuna rağmen laik duyarlılık bir anda buhar olup yitmiyor. (…) Yani, Erdoğan bu kez muhalefet blokunun başka bir noktasına vurmakta ve laik duyarlılığı olanların ‘yeter yahu’ demesini beklemektedir.

Böylece, bu girişimin, belki iddialılığına daha uygun sözcükle, atılımın somutlaştırdığı bir eğilime de gelmiş bulunuyoruz. Gırgırı da hiç ihmal etmeden şöyle anlatmak mümkün: Buna siyaset oyununda, biraz sonra kullanacağımız terime uygunluk sağlamak için oyun sözcüğünü değiştirebiliriz, siyaset üretiminde verimlilik arayışı diyerek başlıktaki bir taşla birçok kuş deyimine bir bilimsellik katabiliriz. İktidarın panik görünümüyle birlikte sergilediği gerçek gücünü aşan ataklığı da denebilir. Ne kadar ataklık gösterisine girişirlerse girişsinler, hâlâ ürküntü duyduklarını gizleyemedikleri kurucu liderin onuncu yıl söylevindeki seslenişine öykünerek olabilir, “az zamanda çok ve büyük işler” yapmanın peşine düştükleri, düşmek zorunda kaldıkları da ileri sürülebilir. Başka ve daha etkili anlatım biçimleri de bulunabilir.

Nasıl anlatılırsa anlatılsın, “en iyi savunma hücumdur” anlayışı egemen olmak zorundadır ve içeride dışarıda, bugün var olanların yanı sıra, oldukça çeşitlendirilmiş yeni hücum alanları ile hedeflerinin yaratılması beklenmelidir.

Unutulmaması gereken iki “doğru” ile birlikte…

Birincisi, profesyonel siyasetçiler bir sınıf değillerdir, belki katman denilebilecek bir topluluk oluştururlar. Elbette temsilcisi oldukları sınıflarla bazen açıkça görülebilen bazen hemen hemen hiç fark edilemeyen ilişkiler içindedirler. Ancak, bunlar tek yanlı bir bağımlılığın göstergesi değildir. Zaman zaman, siyasetçiler temsilcisi oldukları toplumsal sınıflardan bağımsızlaşma, hatta onların iradelerinin üstüne çıkma eğilimi ve görünümü içine girebilirler. Bununla birlikte, son çözümlemede, egemen sınıf(lar)ın hükmü belirleyici olur. Zaten, iktidar süreleri uzadıkça, profesyonel siyasetçilerin hiç değilse önemli bir bölümünün egemen sınıfın iktisadi anlamda üyeleri konumuna ulaşmaları, daha açıkçası, kapitalistleşmeleri alışılmış bir gelişmedir. 

İkincisi, içinde bulunduğumuz dönemde, siyasetçiler katmanının yapıp ettiklerini anlamlandırmaya çalışırken, bu katmanın değişik bölmelerine ve özellikle iktidardaki bölmesine sahip olmadıkları gelişkin bir akıl yakıştırmaktan uzak durmak gerekir. Şu basit nedenle ki, uzun bir süredir, birden çok etkene bağlı olarak, saplantı ve korkuları nesnel gerçekliği tanıma yetisinin önüne geçmiş durumdadır ve bu sonuncusunu tümden yitirmek üzeredirler.