Sorbonne ve Sciences-Po öğrencileri “Ne Le Pen, ne Macron” sloganıyla fakülte binalarını işgal ettiler. Birincilerin üzerine Macron’un polisi, ikincilerin üstüne Le Pen’in faşistleri salındı.

Bir tarz-ı siyaset

Yusuf Akçura’nın Türkiye Siyasal Düşünceler tarihine damgasını vurmuş bir makalesinin başlığıdır “Üç Tarz-ı Siyaset”. Kastettiği, kaleme alındığı 1904’te iyiden iyiye su almış ve batmakta olduğu görülen Osmanlı Gemisi’nin kurtuluşu için önerilen siyasi yöntemlerdir: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Akçura bu yöntemleri incelemiş ve sonuç olarak Türkçülüğü en uygun yol olarak göstermiştir. Esasen bunda şaşılacak şey yoktur zira Akçura Rusların tabiriyle bir Kazan Tatarı, bize tercih edilen tanımlamaya göre ise Kazan Türküdür. “Kahramankazan”la karıştırmayalım, bugün de Rusya Federasyonu içindeki Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’dan söz ediyoruz. Osmanlı’nın dağılma döneminde ortaya çıkan son milliyetçilik akımı olma özelliğini taşıyan Türk Milliyetçiliğinin yaratıcılarının ezici çoğunluğu Çarlık Rusyası kökenlidir desek sanırım abartmış olmayız. Türkler ve Ruslar arasındaki etkileşim 1000 yılı aşan bir geçmişe sahiptir. Şu an iki ülke arasındaki ilişkileri değerlendirirken bunu unutursak yanılırız.

Konunun ayrıntısına girmeyi meslekten tarihçi, siyaset bilimci ve sosyologlara bırakıp kısa keseceğim. Akçura’nın tanımladığı ve Türkiye’ye miras olarak bıraktığı o tarz-ı siyaset Milliyetçiliktir. Az-buçuk okuyup yazan herkesin bildiği gibi Milliyetçiliği doğum yeri Fransa’dır ama Türkiye’ye Rusya üzerinden gelmiştir. Milliyetçilik 1789 Fransası’nda dönüştürücü ilerici bir akımdır. 2022 Fransası’nda ise, başka ülkelerde olduğu gibi, Faşizmin göbek adıdır.

Evet, konumuz Fransa’daki seçimler. İki hafta önceki yazımda 10 Nisan’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna dair tahminlerimi kaleme almıştım. Geriye dönüp bakınca hemen herkes gibi ikinci tura kalacak adayları, şimdiki Cumhurbaşkanı Macron’un oy oranını, Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) solcu adayı Mélenchon’un ikinci tura kalmasının Fransa Komünist Partisi tarafından engelleneceğini doğru tahmin ettiğim, buna karşılık aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) adayı Marine Le Pen’in alacağı oyların oranında yanıldığım anlaşılıyor. Sonuçta Macron ve Le Pen arasındaki fark beş puan civarında kaldı ve ikinci turun Macron bakımından daha zor geçeceği görüntüsü doğdu.

Aşırı sağ seçimlerde salt Marine Le Pen’le temsil edilmedi. Fransa’da her dört seçmenden üçü oy verdi ve sandık başına giden her üç seçmenden biri kendisini milliyetçi olarak adlandıran faşist bir adayı tercih etti. II. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in kuklalığı görevini başarıyla icra eden, askeri, polisi ve muhbir vatandaşıyla birlikte Yahudi Fransızları toplama kampı trenlerine doldurup ölüme gönderen Pétain Paşa’nın ruhunu şad ettiler de diyebilirsiniz. 

Bu yazının ana konusu değil ama “Sol”a değinmeden geçemeyiz. “Sol” kavramının keşfedildiği bir ülkeden söz ediyoruz neticede. Her ne hikmetse “aşırı sol” diye tanımlanan LFI lideri Mélenchon çok başarılı bir seçim kampanyası yürüttü. Düzenden çoktan umudunu kesmiş gençleri ve emekçileri sandığa çekmeyi ve kampanyaya başladığında %9 seviyesinde olan oylarını %20’ye kadar çıkartmayı başardı. Mélenchon ikinci tura kalıp Macron’la yarışabilir miydi? Hiç kuşkusuz! Önceki seçimde Mélenchon’a destek veren Fransız Komünist Partisi (PCF) oy oranı %2 seviyesinde ayrı bir aday çıkartmasaydı muhtemelen şu anda bunu tartışıyor olabilirdik. 

Peki Mélenchon ikinci turda sermayenin adayını yenebilir miydi? Zayıf da olsa bir ihtimal vardı. Haydi itiraf edelim, ben de dahil birçoğumuz bu ihtimali sevmiştik. Sevmiştik de kaçımız Mélenchon’un programını okumuştuk acaba? İçinde boğulduğumuz karanlıkta umuda ve sevince ihtiyacımız olmasını anlıyorum ama Mélenchon’un programında Sosyalizmin adı bile geçmiyordu. Boyun Eğmeyen Fransa’nın vaadi çevre sorunlarına duyarlı, “insancıllaştırılmış” bir kapitalist düzenden ibaretti. 

Biz yine konumuza dönelim. 24 Nisan’da yapılacak ikinci tur öncesindeki anketler Macron’un Marine Le Pen karşısında önde olduğunu gösteriyor. Aradaki farkı 4-5 puan gösteren de var, 10-12 puan gösteren de. İlk turda %73 düzeyinde gerçekleşen seçime katılım oranı, ikinci turda da belirleyici olabilir. Mélenchon, yarış dışı kalan diğer “sol” adaylar gibi Le Pen’e oy vermeme çağrısı yaptı ama “Macron’a bas geç!” de demedi. İlk turda %30 civarında görünen solcu seçmen kitlesinin ne kadarının “daha beteri gelmesin” diye iktidara geldiğinden beri yoksulluk ve sömürüyü büyüten ve ikinci döneminde de buna devam edeceği kesin olan Macron’a oy vereceği seçimin kaderini belirleyecek. 

Marine Le Pen’in kazanması aradan geçen 2,5  yüzyıla ve sosyalizmin olmazsa olmazı enternasyonalizmle aşılabileceği kanıtlanmış olmasına rağmen Moskova’dan Ankara’ya, Kiev’den Paris’e kadar insanlığın başına bela olmaya devam eden faşizmin geçici bir zaferi olacak. Marine Le Pen’in uzun süredir diline doladığı bir kavram var: “Préférence national”. Bunu Türkçeye “Milli Tercih” diye çevirebiliriz. Anlamı “özbeöz” Fransızların her türlü konuda “diğerlerine” tercih edileceği. İstihdamdan, sosyal yardımlardan tutun da, barınma hakkına veya  öğrencilerin yurt hakkına kadar. Ne berbat bir yaklaşım değil mi? Başka bir ülkede olunca lanetlemek kolay elbette.

Şunu da aklımızdan çıkartmayalım: Macron’un yarışı önde bitirmesi faşizmin geriletilmesi anlamına filan gelmeyecek, adlı adınca faşizm diye adlandırmamız gereken o tarz-ı siyaset hayatlarımızı zehirlemeye devam edecektir. Bunun somut kanıtlarını geçen hafta birkaç kez gördük. Hafta içinde Sorbonne Üniversitesi ve Sciences-Po öğrencileri “Ne Le Pen, ne Macron”  sloganıyla fakülte binalarını işgal ettiler. “Özgürlüklerin şeysi” Fransa’da birincilerin üzerine Macron’un polisi, ikincilerin üstüne Le Pen’in faşistleri salındı. Cumartesi günü ise Paris’in Cumhuriyet Meydanı’nda aynı temayla düzenlenen mitinge katılmak üzere yola çıkanlar “demokrat” Macron’un “robocop” kılıklı polisleri tarafından metrolardan toplandılar, taciz edildiler. Üstelik bütün bunlar Macron’un seçilmek için “sol” seçmenin oyuna ihtiyaç duyduğu bir ortamda yaşandı.

Demem o ki, sizlere çeşitli iletişim araçlarından ulaşarak “NATO’nun, AB’nin demokratik kurumlar olduğunu, Faşizme ve Otokrasiye karşı mücadele verdiğini” veya “Hormonlu Parlamenter Rejimin özgürlükleri tavana vurduracağını” söyleyenlere inanmayın, paranızı veya oyunuzu kaptırmayın. Üzülürsünüz.