”… İyi de yangına su yerine gaz yağı sıkmak kimin çıkarına olabilirdi…”

Bir şehri yakmak: 1916 Ankara Yangını

Falih Rıfkı Atay 1923’te Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile birlikte Ankara’ya ikinci kez geldiklerinde buranın ilkel bir Anadolu kasabası olduğunu yazar. Yollar toz toprak içindedir, otel denebilecek sadece altlı üstlü ranza usülü yatılan Taşhan ve yemek içmek türünden ihtiyaçları gidermek için de üç beş aşevi ve birkaç meyhaneden başka yoktur. Havanın kararmasıyla birlikte ahali kerpiç damlara çekilmekte ve kasaba ruhsuz derin bir karanlığa gömülmektedir. Kimi rakı sever bekâr mebuslar Çankırı Caddesi’nde dükkân denemeyecek döküntü yerlerde mum aydınlığında zaman öldürmektedir ve zaman ezanidir. Sanki vaktiyle işlediği ve giderek kabullenmekte güçlük çektiği ağır bir kabahatin utancıyla kendi içine kapanmış gibidir Ankara. Ama dikkatle okunduğunda Falih Rıfkı, satır aralarında vaktiyle yaşanmış ışıltılı bir hayatın izleri de görülecektir geçmişin Ankara’sında:

“Anadolu’ya ilk çıkışım, programa göre trenle Eskişehir’e gidiyoruz. İstasyon karşısındaki otellerin en iyisinde yatak beş kuruş. Ertesi akşam Ankara… Ankara’nın zengin semtleri ve bakımlı yazlıkları Ermenilerin malıydı. Ermeni lokantasına yiyor ve Ermeni otellerinde kalıyorduk… Ankara’da kaldığımız otelin adı Santral. Lokantası iyi, yatakları temiz ve rahattı. Tehcir zamanı yıkılmış olmalıydı. Ankara başkent olduğu vakit Santral otelini ne kadar aramıştım. Altındaki ahıra at bağlanan Taşhan’dan başka kalınabilecek yer yoktu. O da gerçekten eski bir Anadolu hanıydı.”

Falih Rıfkı 1923’te yeniden Ankara’ya geldiğinde Hristiyan mahallerin tümüyle yok edildiğini görecektir. Sadece şehrin dışındaki bağ evleri ayaktadır. Ve sözlerini itiraf olarak değerlendirmemek için hiçbir neden yoktur:

“Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa hepsini yakıp kül etmiştik.”

Bu bir benzetme değil… Sahiden yaktık!

Buna geleceğim, geleceğim de önce 20’nci yüzyılın başında Ankara’nın nüfus yapısı hakkında kısa bir not düşmek isterim. 1914 yılında yapılan sayıma göre Ankara merkez kazasında 69.000 Müslüman, 14.500 gayrimüslim yaşıyor. Gayrimüslim nüfusun 7 bini Katolik Ermeni diğerleri ise Rum-Ortodoks, Protestan ve Gregoryen ile az sayıda Yahudi Cemaat’i oluşturuyor. Yuvarlak hesap Ankara nüfusunun yüzde 22’si gayrimüslim vatandaşlardan oluşuyor. Kısa not bu kadar.

Şimdi “son”un başlangıcındayız:

Bir Tehcir Kanunu var elimizin altında. 27 Mayıs 1915 tarihlidir. Talat Paşa icadı diyebiliriz. Ermenilerin göçertilmesine dairdir. Birinci Dünya Savaşı bütün dehşetiyle sürmektedir ve bu kanun doğrultusunda hazırlanan emirnameler bütün valiliklere tellenir. Ankara’nın da bir valisi var. Ali Mazhar Bey diyoruz. Ermenilerin devlete sadık, pek itaatkâr ve işlerine güçlerine bakan kişiler olduğunu söyleyerek tehcir emrini uygulamaya yanaşmayan Ali Mazhar Bey doğal olarak görevinden alınıyor. Bunun üzerine İstanbul, emirleri itirazsız uygulayacak birini gönderiyor. Yeni vali, daha sonra sekiz dönem milletvekilliği yapacak, Ankara’da bir mahalleye de adı verilecek olan, Ermenilerin adının başına “imhacı” sıfatını yakıştırdıkları Atıf Bey’dir. Tam adıyla buna da Mehmet Atıf Tüzün diyoruz. 14 Temmuz 1915’te göreve başlıyor aynı yılın 3 Ekim’ine gelindiğinde Ermenilerin kahır ekseriyeti göçertilmiş oluyor. Arkasından, okuduklarımdan aktarıyorum; iki bin dükkân, dokuz kilise, üç katedral ile birlikte okul ve evlerdeki değerli eşyalar at arabalarıyla merkeze, İstanbul’a naklediliyor, boşaltılan mülkler emval-i metruke defterine kaydediliyor” Geride bıraktıkları mallar” diyoruz.

Uzadı biliyorum, tamam, Ankara’yı yakacağız da bunun için yeni bir valinin gelmesini bekliyoruz. Yeni valiye Dr. Mehmet Reşit (Şahingiray) diyoruz ve Mehmet Reşit için küçük bir parantez açmak durumundayım:

Kemal Tahir’in ünlü romanlarından biridir Yorgun Savaşçı: İstanbul’dayız. Şubat 1919’dur. Ve diz boyudur kar. Romanın kahramanı “Cehennem” lâkaplı Cemil, oturdukları evin penceresinden dışarıyı eğlence olsun diye dürbünle gözetleyen nişanlısının çığlığıyla pencereye koşar. Dürbünü kapar ve bakar. Bir adam peşinden kovalayan askerler olduğu halde ağaçların arasından sine -pusa koşmaktadır. Cemil onu tanır ve yardım için hızla kapıya yönelir , zira nicedir onun gelmesini beklemektedir. Nişanlısı dışarı çıkmasını engellemeye çalışırken bir revolver sesi… Sağ yakalanmamak için kendini vurmuştur kovalanmakta olan cezaevi firarisi! İşte bu Çerkes Mehmet Reşit’tir. Ermeniler “Kasap” olarak bilir. İttihat ve Terakki’nin kurucularındandır. Parantez bu kadar.

Devam ediyorum:

1916 yılının başında Çerkes Mehmet Reşit Ankara’ya tayin edilir. Öncesinde Diyarbakır vardır. Bu onun ilk yangın tecrübesi midir bilinmez, Ankara’ya gelirken geride bıraktığı Diyarbakır’daki Ermeni mahallesi kül içinde tütmektedir.

Şu da ikinci parantez olsun:

Tehcirlerin arkasından yangınlar geliyor ve şeytan dürtüyor, yangınların bir göçertme yöntemi olarak kullanılmış olabileceği gibi, göçertilenlerin geri dönüş umudunu kırmanın bir yolu olarak görülmüş olacağı akla geliyor. Neden olmasın? Tehcir sürecinde Diyarbakır ve Ankara yangınlarının dışında 16 yerleşim yerinde daha, bunlara “şehir yangınları” diyoruz, büyük yangınlar çıkıyor ve buraların gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları yerler olduğu anlaşılıyor… Neden olmasın? Parantezi kapatmış oluyorum.

Şimdi Ankara’da Refik Halid Karay’dayız:

Refik Halid Karay, İttihat Terakki karşıtlığıyla tanınan ünlü bir gazeteci ve sonranın verimli bir romancısı. 1913’te Mahmut Şevket Paşa Suikastına bulaştığı ileri sürülerek önce Sinop’a sürgün, ardından Çorum derken en son Ankara’ya zorunlu olarak iskân edilmiştir. Her ne kadar kendisi için ıstırap verici olduğu anlaşılıyorsa da 1916’daki Ankara durağı, tarihçiler için önemli bir tanıklıktır. Zira Ankara’nın yaşadığı büyük felakete doğrudan tanıklık edip de bunu kayıt altına alan tek Türk yazardır Refik Halid. Bunları Ali Birinci’nin Refik Halid Karay, Ankara” adını taşıyan kitabından öğrenmiş bulunuyoruz. Romancı olduğunu yazmıştım. Ayrıntılara düşkün büyük bir gözlemci olduğu anlaşılıyor Karay’ın. İç acıtıcıdır yazdıkları:

“Ankara yangınını görmeyenler, Roma şehrinin nasıl yandığına, o dehşete, o kıyamete akıl erdiremezler…”

 İki bin yıl önce gerçekleştiği söylenilen, günümüze kadar farklı anlatımlara gelen ve efsaneye dönüşen Roma yangınına benzeterek başlıyor Refik Halid Ankara yangınına. Önce uzaktan belli belirsiz kedidili gibi küçük bir alev görüyor karanlıkta bir görünüp bir kaybolan. Sonra, çok geçmeden, havada tutuşmuş kükreyen yaralı bir devdir gördüğü:

“…Tutuşan evlerin bağrından havaya coşkun bir fıskiye kuvvetiyle ateş ve kıvılcım fışkırıyor; Ankara’nın siyah böğründe bu yangın kan yerine alev, pıhtı yerine tutuşmuş yongalar saçan efsanevi bir dev yarasına benziyordu. Sanki bu dev, ıstırabından kıvranıyor ve nefesleri etrafa büklüm büklüm, halka halka,duman halinde yayılıyordu…”

Refik Halid’in birazdan göreceği, gökyüzü’nde mermisi alev olan mitralyöz ve mancınık savaşıdır:

“… Bir saate varmadan ateş dört beş kola ayrılarak, hatta parendeler atarak damdan dama sıçramaya, mesafeler aşmaya,harikalar göstermeğe başlar.Tahta parçaları yerlerinden kopup,mancınıkla atılmış gibi vızıldayarak gökte bir mitralyöz harbi yapar…”

Alıntının uzadığının farkındayım ama yaklaşık bir asır önce yaşanılan bu felaketin insana dokunan boyutu ayrıntılarda olduğu anlaşılıyor tam da bu nedenden devam etmek durumundayım:

“… Yangından kaçırılan yüz kadar piyano sıra sıra dizilmiş, üstlerine seçme pahalı halılar serilmişti. Birden, yanan kocaman bir kütük gelip aralarına düşer. Söndürmeye koşacak adam yoktur. O kütük bir kundak gibi çeyrek saate kalmaz, piyanoları tutuşturur. Hem nasıl tutuşmak? Gaz dökülmüş, benzin serpmiş gibi… Tellerinden bin bir nağme çıkarak o kupkuru, cilalı sandıkların yanışı çok acayip olur. İnsan gibi inliye inliye, telleri ateş gibi kızararak bembeyaz dişleri sıcaktan pıtır pıtır serpilerek, feci ve tuhaf bir biçimde yanar.”

 Şimdi bunlar Refik Halid’in tanık olup anlattıklarıdır. Bir yerinde “gaz dökülmüş gibi, benzin serpilmiş gibi” diyerek kimi kuşkularını dile getirmiş oluyor. Böyle olunca da başka bir kaynağa başvurmanın sırası gelmiş olmalı:

Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün ortaklaşma bir çalışması var: “1916 Ankara Yangını, Felaketin Mantığı.” Ankara Yangınını ele alıyorlar ve 1902 yılında Ankara’da doğmuş, 1922 yılında ülkeden ayrılmış Androniki Karasuli’nin 1966 yılında Atina’da yazmış olduğu anılarından aktardıklarına göre Karasuli henüz on dört yaşında iken yangının bizzat tanığı olduğu anlaşılıyor.

Şunlar var:

“Tanrım, o güzelim evleri yangının sardığını görmek, duman,tahtaların çatırtısı, alevlerin pencerelerden daireler çizerek tırmanması,tavanların gürültü ile çökmesi korkunçtu; insanların sesleri,evleri kurtarmak için çabaları gerçek bir cehennemi andırıyordu.” Çok korktuğu anlaşılıyor. Bir ara yangının yavaşladığını görüyor.”Su” püskürtülmektedir… Yani öyle sanıyor…Seviniyor… Ancak tuhaf bir şekilde yangın şiddetini arttırınca düşünüyor görüyor ve kendi kendine soruyor:

”… İyi de yangına su yerine gaz yağı sıkmak kimin çıkarına olabilirdi…”

Çocuk işte nereden bilsin!

Her felaketten sonra bir bilanço çıkartılması usuldendir. Ankara’nın yarısının yandığı söyleniyor. Bunu birçok kaynaktan okuyabiliyoruz. Ermeni mahallelerinden çok az ev yangından kurtulabiliyor. Neredeyse tümüyle küle dönüyor. Rum mahallesi kısmen yanarken yangın Yahudi mahallesine şöyle dokunup geçiyor. Elbette yangın denilen musibetin varacağı sınırlar pek öyle kestirilebilir türden değil. Müslüman mahallerinin de az çok zarar gördüğü anlaşılıyor. Rapora gör 1030 hane, 935 dükkân, 2 cami, 6 mescit, 7 kilise, 3 gayrimüslimlere ait hastane yanıyor can kaybı ise şaşırtacak kadar azdır. Sadece 5 kişi. Can kaybının azlığı yangından önce Ermeni nüfusun hemen hepsinin tehcir edilmiş olmasına ve kalan az sayıdaki Ermeni’nin de mevsim nedeniyle bağ evlerinde olmalarına bağlanıyor.

Sırada Rumlar var… 1921 bekleniyor.

Bitiriyorum, özeti şu:

Cemal Bardakçı. Murat Bardakçı’nın dedesidir. Dede Bardakçı 1921’de Ankara Emniyet Müdürüdür. Dönemin Ankara Valisi “ Yahu” der “ Bıktım, kafam şişti gözünü seveyim beni ve Ankara’yı şu laterna sesinden kurtar!”

Kurtarır.

Rum tehciri başlar.

O günden bu güne Müslüman, Müslüman oturuyoruz. Artık ne laterna ne de Piyano, bize kalan sadece üç telli saz!

Kaynaklar:
Falih Rıfkı Atay,Çankaya,Bateş yayınevi,İstanbul,1984.
Falih Rıfkı Atay,İmparatorluğun Batış Yılları,Pozitif yayınları,İstanbul,2011.
Taylan Esin- Zeliha Etöz,1916 Ankara Yangını: Bir Felaketin Mantığı,İletişim,İstanbul,2015.