'Türkiye Afganistan olur mu' sorusuna verilecek yanıtı laikliğin sınıfsal karakterini görüp görmemek belirleyecektir.

Bir kez daha: Türkiye Afganistan olur mu?

Geçen hafta bu köşedeki yazının başlığı “Türkiye Afganistan olur mu?” şeklindeydi. Bu sorunun arka planında ise kapitalizmin küresel ölçekte yaşadığı ve Türkiye’yi de etkileyen üç güncel sorun bulunuyordu: İklim krizi, mülteciler/göçmenler ve pandemi. 

Yazı yayınlandığında ülkemizdeki orman yangınları sürüyordu, yayınlanmasının ardından ise buna bir de halen ölü ve kayıp kişi sayısının bile tam olarak bilinemediği sel felaketi eklendi.  Böylelikle, Türkiye’nin rantçı, piyasacı ve gerici bir zihniyetin yönetimi altında iklim krizinin sonuçlarını çok daha acı bir şekilde yaşayacağı tekrar görüldü.

Yazının yayınlandığı saatlerde, haftalardır uyarısını yaptığımız şekilde, göçmen/mülteci meselesinin nasıl kolaylıkla manipüle edilebileceğini ve hem sokağı hem de siyaseti dizayn etmek için nasıl kolaylıkla kullanılabileceğini Ankara Altındağ’da gördük. Bir gün önce yaşanan bıçaklı kavgada bir gencin yaşamını yitirmesi bahane edilerek düzenlenen yağma ve linç girişiminin işaretleri ise yaratılan histeri dalgasına dikkatli bir şekilde bakıldığında fark edilebiliyordu ve bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olmayan başka bir şey ise Suriyelilerin evlerine tekbirler eşliğinde saldırılmasıydı. Şaşırtıcı değildi; çünkü bu tür hadiselerin politik adresi Türk sağı,  ideolojik adresi de on yıllar boyu Türk-İslam sentezi olmuştu ve yine öyle oldu. 

İklim krizinin ve göçmen/mülteci meselesinin somut sonuçlarını görmeye ve pandemiyle de boğuşmaya devam ettiğimiz günlerde “Türkiye Afganistan olur mu” sorusunu önemli kılacak ve biraz da farklılaştıracak bir gelişme daha yaşandı ve yazının yayınlanmasının üzerinden birkaç gün geçmişken, kimsenin beklemediği bir hızla Taliban Afganistan’da iktidarı aldı. 

Dolayısıyla geçen hafta “Türkiye Afganistan olur mu” diye sorarken genel bir insanlık durumundan bahsediyor,  biz de dâhil olmak üzere Batı dışı her coğrafyanın Afganistan haline gelmesine ve bu coğrafyada yaşayan herkesin göçmen/mülteci olma ihtimaline işaret ediyorduk. Oysa şimdi aynı soruyu bu sefer Taliban’ın iktidarı alması bağlamında bir kez daha sormak durumundayız: “Türkiye Afganistan olur mu?”  

Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor ki Taliban’ın zaferi küresel ölçekte İslamcılık için çok güçlü bir moral ve motivasyon kaynağı olacak. Özellikle Suriye ve Irak’ta alınan yenilgi sonrası ve IŞİD fenomeninin de etkisiyle küresel ölçekte bir geri çekilme dönemi yaşayan cihatçılık ve siyasal İslam, hem kendisine yeni bir merkez hem de yeni bir “başarı örneği” ve bir devlet bulmuş durumda. Bunun sonuçlarının neler olacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz ama özellikle Ortadoğu’da cihatçı akımların yeni bir yükseliş ivmesine girmelerini güçlü bir ihtimal olarak buraya yazabiliriz. 

Afganistan’da yaşananlar İslamcılığın geleceğinden göçmen/mülteci meselesine, jeopolitik güç kavgalarından “yeni Soğuk Savaş”a uzanan bir genişlikte tüm dünyayı etkileyecek belki ama en çok etkilediği ülkelerden biri Türkiye olacak. Bunun ise çok basit bir nedeni var: Türkiye’yi yönetenlerle Taliban arasındaki zihinsel/ideolojik akrabalık ilişkisi ve Türkiye sermaye sınıfının çıkarları. 

Bütün bir 80’li yıllar boyunca Türkiye İslamcılığının gözü kulağı Afganistan’da oldu. 12 Eylül’le birlikte Türkiye solu siyaset sahnesinden silinmiş, komünizme karşı gerekli başarı elde edilmişti. Cihatçıların Afganistan’da yerine getireceği görevi bizde önce ülkücüler sonra da asker yerine getirmişti ve şimdi de sıra Afganistan’da, cihatçılardaydı. Bizden farkı ise oradaki antikomünist savaşı İslamcıların vermesiydi ve bu da kaçınılmaz olarak “İslami enternasyonalizmi” güçlendiriyordu. Diz dibinde çektirilen o müthiş fotoğrafı da hatırlayarak söyleyecek olursak, Afganistan genel olarak Türkiye İslamcılığının, özel olarak ise Milli Görüş’ün kıblesi haline gelmişti adeta. 

Geçerken not düşelim: Milli Görüş’ün bölünmesinin ve “yenilikçi” kanadın iktidar olmasının ardından “yenilikçiler”in cihatçı İslam’a karşı düzenlendiği iddia edilen iki işgal girişimine şevkle dâhil olmak istemesi ve ilkinde yani Afganistan işgalinde bunu başarırken, ikincide yani Irak işgalinde Meclis’te yaşanan bir yol kazası nedeniyle son anda başarısız olması, neresinden bakılırsa bakılsın son derece ironikti.  

Bugün Türkiye’yi yöneten zihniyet gençlik yıllarını Afganistan cihadına öykünerek geçirdi ve iktidar olması sonrasında da emperyalizmle işbirliği içerisinde kendi yeni-Osmanlıcı dış politikasını bir tür cihat olarak gördü. Bunu yaparken de Suriye Libya ve hatta Karabağ örneklerinde görüldüğü üzere cihatçı güçleri paralı asker olarak kullanmaktan kaçınmadı.

Ancak mesele sadece dış politika değildi: Türkiye resmi olarak İslami bir rejime geçmedi, şeriat ilan edilmedi ama dinselleşme siyasal ve toplumsal yaşamın bütün gözeneklerine sızdı, siyasal ve toplumsal yaşamın dini kurallarla çerçevelenmesi için çok sayıda adım atıldı ve bir tür fiili dinsel rejime geçiş yapılmış oldu. 

Bu nedenle de “Türkiye Afganistan olur mu” sorusu bir spekülasyon sorusu olarak değil, yaklaşık yirmi yıldır iç ve dış politikada yaşananlara bakarak gerçekçi bir soru olarak görülmeli ve öyle tartışılmalı. “Afganistanlaşma” belki çok yakın bir ihtimal değil ama asla gerçekleşmeyecek bir fantezi de değil. Tam da bu yüzden memleketin gidişatına dair denklemlere dâhil edilip, üzerine kafa yorulması gerekiyor. 

Buradaki çıkış noktası ise elbette ki dinselleşmenin sınıfsal karakteri olmalı. Türkiye’de dinselleşme antikomünizmin bir parçası olarak başladı. Laiklik antikomünizm adına tasfiye edildi. Siyasal İslam’a kapılar komünizmle mücadele adına açıldı ve o kapılardan girenler de iktidar olup rejimi değiştirdiler. Görülmesi gereken gerçeklik esas olarak bu. 

Ve bugün de dinselleşme Türkiye sermaye sınıfının ve sömürü düzeninin elindeki en önemli araç olma niteliğini koruyor. İşçi sendikalı değil, tarikat mensubu olsun. Greve gitmesin, camiye gitsin. Cemaatinin,  tarikatının liderine biat ettiği gibi patronuna da biat etsin. Başına gelen her şeyi tevekkül içerisinde karşılasın. Bu dünyada değil öbür dünyada görülecek bir hesaba inansın… Yoksulluk cehaletle ve cehalet de yoksullukla yönetilsin ve kimse sesini çıkarmasın yani.

Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde eğer laiklikten, laikliğin öneminden ve savunulmasından söz edeceksek eğer, bunu ne basitçe hayat tarzı savunusuna indirerek ne de sınıfsal bağlamından kopararak yapabiliriz. Laiklik meselesi bugün Türkiye’de adlı adınca sınıfsal bir meseledir ve bu sınıfsal nitelik görülmeden üzerine söylenecek sözlerin de atılacak adımların da herhangi bir karşılığı yoktur. 

“Türkiye Afganistan olur mu” sorusuna verilecek yanıtı da laikliğin sınıfsal karakterini görüp görmemek belirleyecektir. Eğer bugün Türkiye’de asgari ücreti açlık sınırının altındaysa ve ortalama ücret düzeyi de asgari ücrete yakınsamışsa, din de bunun üzerine örtülen bir örtü olmuşsa, bunun gerisinde Türkiye sermaye sınıfı ile İslamcılar arasında kurulan ittifak,  neoliberalizmle gericiliğin ortaklığı vardır, bu ortaklık Türkiye’yi buraya getirmiştir. Bu ittifaka ve bu ortaklığa gözleri kapalı olanların ise doğru sorular sormaları da doğru yanıtlar vermeleri de mümkün değildir.