"Fonda 'ölürüm Türkiye’m' çalarken soygun düzeni yoluna devam ediyor, bozkurt işareti yapan eller havaya kalktıkça yoksulluk ve sefalet derinleşiyor."
Milliyetçilik literatüründe ünlü bir söz vardır: “Milletler milliyetçilikleri değil, milliyetçilikler milleti/ulusu icat etti” diye. Doğrudur, milliyetçilik bir icat işidir. Önce modern zamanlarda ve kapitalizmin gelişimiyle birlikte bir ideoloji olarak kendisi icat edilmiş, sonra da o milleti/ulusu icat etmiştir.
19. yüzyılın başlarına kadar dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse kendisini herhangi bir millete aidiyet üzerinden tanımlamıyordu, yani kimse kendisini “İngiliz”, “Fransız”, “Alman”, İtalyan”, “Türk” olarak adlandırıp böyle bir ortak kimliğin parçası olarak görmüyordu, çünkü henüz uluslar yoktu ve dolayısıyla bir ulusal kimlik ve ulusal aidiyet de yoktu.
Milliyetçiler etnik kimlikleri alıp ulusa dönüştürdüler, yani oradan “hayali cemaatler” çıkardılar. Ulusun icadı, aynı coğrafyada yaşayan insanların ortak bir tarihe, ortak bir kültüre, ortak çıkarlara sahip olduklarına inanmalarından geçiyordu. Avrupa’da imparatorluklar dağılır ve kilise geriye çekilirken ulus yeni kolektif kimliğin adı oldu, krala sadakatin yerini, ulusa/vatana/devlete sadakat aldı.
Süreç kapitalizmle birlikte yürüdü, çünkü aynı coğrafyada ortak bir pazarın inşası için ortak dile, ortak yazıya, ortak ölçü birimlerine, velhasıl ortak bir aidiyete ihtiyaç vardı. Belli bir coğrafi sınır içerisinde piyasanın inşası ile ulusun inşası birbirine paralel süreçler olarak yaşandı yani.
Uluslaşma elbette ki tarihsel olarak bir ilerlemeye tekabül ediyordu; çünkü bu sürece aynı zamanda sömürgeciliğe karşı mücadele, yurttaşlık, insan hakları, yasa önünde eşitlik, laiklik, seçme ve seçilme hakkı gibi kazanımlar eşlik etti.
Ancak diyalektik gereği sürecin bir de “karanlık yüzü” vardı. “Ulus” öyle ya da böyle hep “sınıf”ın karşısına çıkartıldı ve işçi sınıfını pasifize etmek için kullanıldı. 20. yüzyılın başlarında ise Avrupa’da milliyetçilik ırkçılıkla buluştu ve yükselen devrim tehdidine karşı faşizm ortaya çıktı. Her milliyetçilik faşizm anlamına gelmiyordu ama her faşizm söylemini ve pratiğini milliyetçilikle ırkçılığı sentezleyerek kuruyordu.
Faşizm önce İtalya’da sonra Almanya’da iktidara geldi, her ikisinde de esas mesele sınıfsaldı; yani işçi sınıfının bir devrim aracılığıyla iktidara gelme tehlikesine karşı egemen sınıflar faşizmi destekledi. Faşizm kapitalizmin özbeöz çocuğu olarak dünyaya geldi, kapitalizm tıpkı bugün olduğu gibi başı her belaya girdiğinde faşizmi yardıma çağırdı.
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e
Türk milliyetçiliği hem Avrupa’yla hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarındaki tebaasıyla kıyaslandığında geç ortaya çıktı ve Yalçın Küçük’ün de dediği gibi bir çaresizliğin ürünüydü. Neredeyse bütün etnik grupların kendilerini ulus olarak inşa ettikleri bir süreçte, Türk aydınları imparatorluğu ayakta tutabilmek için milliyetçilikten uzak durmaya çalışmışlardı ama dağılmayı önleyemeyeceklerini anladıklarında onlar da milliyetçiliğe sarıldılar.
Türk milliyetçiliği ortaya çıkışı ve gelişimi itibariyle ilerici ve halkçı bir karakter taşıyordu; Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimler ırkçı ya da etnisist bir milliyetçiliğin değil kültürel bir milliyetçiliğin birleştirici olacağına inanan isimlerdi. Ayrıca bir ulusal ekonomi, bir ulusal pazar ve bir ulusal burjuvazi talep ediyorlar ve Osmanlı’nın yarı-sömürge halinden böyle kurtulacağını düşünüyorlardı.
İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı’na doğru gidilirken milliyetçiliği keşfettiler ama burada bile baskın kimlik Türklük değil Müslümanlıktı, yani bir tür Müslüman milliyetçiliğiydi. 1915 de esas olarak Türkçü/milliyetçi saiklerin değil dini saiklerin bir ürünüydü, katliamın temel motive edici unsuru dindi, amaç da Anadolu’yu dini olarak daha homojen hale getirmek, gayrimüslimlerden arındırmaktı.
Birinci Dünya Savaşı bitip ülke işgal edildiğinde ve Milli Mücadele başladığında başta Mustafa Kemal olmak üzere mücadeleyi yürüten kadrolar söylemlerini milliyetçilik üzerine kurmadılar. Çünkü tamamına yakını okuma yazma bilmeyen, yurt, vatan, millet gibi kavramlardan habersiz, kendisini “Türk” diye adlandırmayan Anadolu köylüsünü seferber etmek için milliyetçilik bir işe yaramazdı.
Bunun yerine “gavura karşı mücadele”yi koydular, hilafeti ve saltanatı kurtaracaklarını söylediler, din adamlarının ve hatta tarikatların desteğini almaya çalıştılar, savaşın sonlarına doğru Türklük yavaş yavaş dolaşıma girmeye başladıysa da dinin siyasal ve kamusal alandan dışlanıp seküler bir ulus inşasına girişilmesi ancak 1920’lerin ikinci yarısından itibaren söz konusu olacaktı.
Kemalist milliyetçilik Fransız tipi milliyetçilikle Alman tipi milliyetçiliğin arasında salınan bir karakter taşıdı. Yani Türklüğün tanımı 1924 Anayasası’nda “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir” şeklinde yapıldı ve kâğıt üzerinde vatandaşlık esasına dayalı bir tanım benimsendi ama başta Kürtlere karşı olmak üzere uygulamada çoğu zaman etnisist bir niteliğe sahip oldu.
Resmi milliyetçilik dışı bir milliyetçiliğin ortaya çıkışı ise 2. Dünya Savaşı yıllarına tekabül ediyordu. Bu dönemde kendilerine Türkçü/Turancı diyen isimler Alman Nazizmi’ne öykünen ve onun argümanlarını buraya taşıyan ırkçı ve faşist bir milliyetçiliği inşa ettiler. Başını Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan gibi isimlerin çektiği ve benim “Türkçü faşizm” olarak adlandırdığım antikomünist, SSCB düşmanı bu akıma devlet 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar göz yumdu. Ancak Nazilerin yenileceği anlaşılınca bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildi ve bu akımın mensupları 1944 yılındaki “ırkçılık-Turancılık davası”nda yargılandı, çok uzun sürmeyen bir tutukluluk döneminin ardından ise hepsi serbest bırakıldı.
Soğuk Savaş’tan 12 Eylül’e
Savaş bitip Soğuk Savaş başladığında Türkçü faşizm yeniden sahneye çıktı ama birtakım yayın faaliyetlerinden ve dernek çalışmalarından öteye gidemedi. Partileşme için ise 1965 yılını beklemek gerekiyordu. Bu yıl Türkiye’de solun yükselişine verilen reaksiyonlardan biri, 1944 ırkçılık-Turancılık davasında yargılanan, daha sonra orduya geri dönen ve 27 Mayıs’ın içerisinde yer alan, Milli Birlik Komitesi’nde çıkan anlaşmazlık neticesinde Hindistan’a gönderilen Alparslan Türkeş’in Türkiye’ye dönerek siyasete girmesi oldu.
Türkeş ve arkadaşları 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni ele geçirdiler ve 1969’daki kongrede adını Milliyetçi Hareket Partisi koydular. “Tanrıdağı kadar Türk Hira Dağı kadar Müslüman” sözü bu kongrede benimsendi, seküler Türkçüler hareketten kovulurken parti amblemi olarak üç hilal, Ülkü Ocakları sembolü olarak da hilalin içerisinde uluyan bozkurt seçildi.
Parti kurulduğu andan itibaren kendisini bir siyasal şiddet aygıtı olarak şekillendirdi. Kendisi de bir NATO subayı olan Türkeş, MHP’yi NATO konseptine uygun bir şekilde ve yükselen sola karşı paramiliter bir örgüt, bir sokak gücü olarak yapılandırdı. Kurulan komando kamplarında aralarında subayların da olduğu eğitmenler ülkücülere silah ve yakın dövüş eğitimi verdi. NATO’nun gizli iç savaş yapılanması Gladio’nun Türkiye ayağında MHP önemli bir yer tuttu.
12 Mart 1971 darbesinin verdiği aradan sonra 1974’de sol tekrar yükselişe geçince MHP de Gladio ile organize bir şekilde şiddeti artırdı, 1977-80 arasında ise şiddeti devrimcilerden yüzü sola dönük aydınlara, gazetecilere, yazarlara, akademisyenlere, sendikacılara doğru genişletti. Çorum, Sivas, Maraş gibi Alevilerin yoğun olarak yaşadığı ve solun taban bulduğu taşra kentlerinde ise iktidar stratejisine uygun bir şekilde kitle katliamları gerçekleştirdi.
12 Eylül darbesi, tarafsız görünmek adına MHP’ye de vurduğunda üst düzey bir parti yöneticisi “kendisi zindanda fikirleri iktidarda olan bir partiyiz” diyecekti ki haklıydı. 12 Eylül, MHP’nin sola ve işçi sınıfına yapmak istediği şeyi yapacak, Türk-İslam sentezini adeta resmi ideoloji olarak benimseyecek ve düşünmeyen, sorgulamayan, konuşmayan, itaat eden, örgütsüz bir toplum yaratacak, İslamcılık ise bu durumdan istifade edip iktidar yürüyüşünü başlatacaktı. AKP gökten zembille inmedi yani, bugünlere oralardan gelindi.
Bugün
Şimdilerde futbolda yaşanan bir hadise vesilesiyle MHP’nin kendisinin bile 1990’ların başında tesadüfen öğrenip kullanmaya başladığı bozkurt işaretinden bir ulusal sembol yaratılmaya çalışılıyor. Kadim Türklere ait efsaneler ve destanlarda bozkurdun yer almasıyla bu el işareti arasındaki fark bilinçli bir salaklıkla görmezden geliniyor.
Ancak bu da yetmiyor; kadim Türk mitoslarında başka bir sürü hayvanla birlikte yer alan, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Anadolu Beylikleri, Osmanlı, İttihatçılar, Mustafa Kemal silsilesinde bir devlet, egemenlik ya da iktidar sembolü olarak hiç kullanılmamış, Anadolu halk türkülerinde ve şiirlerinde ise herhangi bir şekilde Türklükle ilişkilendirilmemiş, ortak hafızada öyle bir yeri hiç olmamış bozkurdun o zamandan bu zamana kesintisiz bir şekilde Türklüğü simgelediği iddia ediliyor.
Milliyetçilik icat işidir demiştik, öyledir, semboller ve ritüeller icat ettikçe güçlenir; bugün hepimizin gözünün önünde hem bozkurdun Türklerin tarihsel ortak sembolü hem de bozkurt işaretinin Türklerin ortak işareti olduğu yalanı üzerinden gelenek icadına girişiliyor. Üstelik bunu sadece MHP’liler ve ülkücüler yapmıyor, MHP dışı milliyetçilik ve bir grup arsız ulusalcı da bu gelenek icadına omuz veriyor.
Türkiye solun yokluğunda farklı türden sağcılıkların cenderesinde çırpınıyor. Fonda “ölürüm Türkiye’m” çalarken soygun düzeni yoluna devam ediyor, bozkurt işareti yapan eller havaya kalktıkça yoksulluk ve sefalet derinleşiyor. Ülke hızla çürüdükçe bu çürümenin üzerine vatan-millet-Sakarya söylemi, hamaset edebiyatı örtülüyor. Buradan çıkış için mutlaka ama mutlaka sola ihtiyaç var, solun “ben buradayım” demesi ise emekçilerle bağ kurmasından, onları siyasetle buluşturmasından geçiyor. Sınıf varsa bu gidişat durdurulabilir, önlenebilir ama eğer yoksa bir bataklığın içinde ve hep beraber sağcılıkların yarışını izlemeye devam ederiz.