Sağlık çalışanları isyan ediyor, meslek örgütü açıklamalar yapıyor, özellikle asistan hekimlerin çalışma koşulları ile ilişkili ciddi bir sorun olduğu açık...

Bir hekim ölür ve…

Bir hekim daha öldü. Covid-19 nedeniyle yaşanan art arda ölümlere hiç istemesek de alışmış olmalıyız ki nöbet sonrası evine doğru yola çıkan genç bir hekimin uykuya dalıp arabasıyla kamyonun altına girmesi, ölümün soğukluğunu hatırlattı yeniden.

“Kader ve kaza denen bir olgu varken her şeyi dramatize etmek niye, Covid-19'dan ölen nice doktorlar gibi…Vadesi dolan gider”. Biri böyle yazmış ardından. Yorumlar akmaya devam ediyor: “36 saat değil 8 saat çalışsaydı da bu kazayı yapabilirdi, olacağı varmış. Bu ülkede sadece hekimler değil ki bu şartlarda çalışan, onların ölümü niye bu kadar ses getirmiyor? Hekimlere üzülecek halde değiliz, her şeyi fırsat bilip kendilerine döndürüyorlar”. Sosyal medyanın dayanılmaz acımasızlığı…

Sağlık çalışanları isyan ediyor, meslek örgütü açıklamalar yapıyor, özellikle asistan hekimlerin çalışma koşulları ile ilişkili ciddi bir sorun olduğu açık. Peki ne oluyor da hekimler ve halkın geri kalanı bu derece karşı karşıya geliyor? Genç bir insanın ölümü ardından bile duygular, düşünceler nasıl böylesine bulanıklaşabiliyor?

Bulanıklık sistemin kendisinde. Parçalara ayrılmışız, tenimizle, dinimizle, dilimizle, cinsiyetimizle, mesleğimizle. İçinde yaşadığımız düzen tarafından köşeye sıkıştırıldıkça, kendimize yer açmak için birbirimizi tekmeleyip duruyoruz. Göz gözü görmüyor, akıl düşünüp tartmıyor, ruh ötekinin acısını hissetmiyor…

Görmesek de, düşünmesek de, hissetmesek de gerçek değişmiyor. En çok biz ölüyoruz.

Bir hekim ölür, 36 saatlik uykusuz geçen bir nöbetin ardından. Akıllıdır, çalışkandır, çokça fedakarlık yapmıştır gençliğinden, ülkenin en zorlu sınavlarından birini geçip uzman hekimliğe ilk adımını atmıştır. Yıllarca emek verip ulaştığı şeyin gururu karışır gider yorgunluğuna ilk günlerde. Sonrası, hayal kırıklığı…Poliklinikte 5 dakika bir hasta bakmaya zorlanır, serviste onlarca hastanın takibi istenir, yukarda hocadan aşağıda hastadan yediği azarları sineye çeker, şiddetin de ilk uğrağı sıklıkla kendisi olur. Uykusuz nöbetler, sadece yorgunluk demek değildir, insan yaşamını ilgilendiren kararların yükü de biner üstüne ve böyle çıkar trafiğe.

Bir işçi ölür, girmiştir her günkü gibi madenin derinliklerine. Güvenlik önlemleri alınmamıştır, denetimsizdir maden ve aslında er geç beklenen olur…Akıllı ya da çalışkan olması yaşamında büyük değişimler yaratmaz, okuması gündeme dahi gelememiştir. Babası gibi, dayısı gibi, komşusu gibi gideceği yer maden ocağı olmuştur. O gün bugündür tek bildiği her gün o karanlığa inmektir, evine ekmek getirmekten başka derdi olamamıştır.

Bir kadın ölür, zaten her an ölmeyi beklemektedir. 15 yaşında zorla, imam nikahıyla evlendirilmiştir. Vardıysa da okuma hayali, kimse sormamıştır. Dışarı çıktığı için, ailesiyle görüştüğü için ya da saçı göründüğü için dayak yemiştir. Defalarca “bu adam beni öldürecek” diye şikayet etmiş, devletimiz tarafından evine geri yollanmıştır. Bir gün canına tak demiş çocuklarını alıp kaçmıştır. Ne yazar, orada da bulunmuş, sokağın ortasında defalarca bıçaklanmıştır. Çocuğu yanındadır, onun çığlıkları arasında can vermiştir.
 
Bir motor kurye ölür, genceciktir, dalmıştır trafiğin içine motorsikletiyle, siparişi zamanında yetiştirme zorunluluğu vardır. Bir kargo çalışanı ölür, girdiği binanın asansörü arızalıdır, bakımı yapılmamıştır, altında ezilir. Bir çocuk ölür, hayatında ilk kez trene binmiştir, rayların ve üzerine kurulduğu zeminin denetimsizliğinden bihaberdir. Bir genç ölür, bisiklet sevdalısıdır, profesyoneldir. Ne gerekli donanımla yola çıkması ne de trafik kurallarına uyması ölümüne engel olamamıştır, karşısındaki alkollüdür.

Her biri önlenebilir ölümlerdir. Failin bir virüs, bir koca, bir kaza kılığında oraya çıkması en temel gerçeği değiştirmez. İnsan yaşamına zerre değer vermeyen bu düzen, öldürüyor.
En çok da, emeği ile geçinmekten başka tutunacak dalı olmayanları…Her gün ekmek parası derdiyle evinden çıkanları, toplu taşıma araçlarına tıkılanları, kendini savunamayacak durumda olanları, hangi koşullarda olursa olsun çalışmak zorunda kalanları öldürüyor.

Görmesek de, düşünmesek de, hissetmesek de gerçek değişmiyor. En çok biz ölüyoruz.
Görmek, düşünmek ve hissetmek zamanıdır artık. Birbirimizden başka tutunacak dalımız yok.