Bugün karar verdim. Başlıyorum. Ne zamandır düşünüyordum aslında. Annem anlatmıştı. Çok eskiden, günlük tutarlarmış. Benim başlayışımın bugüne denk gelmesinin özel bir anlamı yok.

Bir emekçinin yazılmayı bekleyen günlüğünden

14 Mart

Bugün karar verdim. Başlıyorum. Ne zamandır düşünüyordum aslında. Annem anlatmıştı. Çok eskiden, onların ilk gençliklerinde, günlük tutarlarmış. Daha çok kız çocukları. Hepsi değil elbet. Okuyup yazmaya meraklı olanları. Erkek çocukları da, kimileri çaktırmadan, yan gözle bakarak, kimileri de ellerinden kapıp kaçarak onları okumaya çalışırlarmış. O yüzden günlüğünü okula getirip orada yazmaya kalkışmak büyük tedbirsizlik olurmuş. Tutuyorsan, evinde oturup yazacaksın!

Benim başlayışımın bugüne denk gelmesinin özel bir anlamı yok. Pırıl pırıl güneşli, serince, ama güzel bir gündü. Bizim toplu konutların ara sokaklarında yürüyordum. Avara kasnak derler, öyle dolaşıyordum. Nasılsa izin almışım yarım gün, fırsat bu fırsat. Sokakların kesiştiği kavşaklara kondurulmuş, çimenlerle, çiçeklerle süslenmiş, küçük, sevimli parklarda beşer onar dakikalık molalar vererek… Oralarda çığlık çığlığa koşuşturan, oynayan çocukları seyrederken keyiflenmiştim. Bunlar daha okula başlamamış, okul öncesi programlara da katılmamış yahut bugünlük oralardaki eğitimleri sona ermiş ufaklıklar. Daha büyük olanlar şu anda okullarındalar. Onlar okullardan çıkıp gelince, buralar hem kalabalıklaşır hem de koşuşturmalar, haykırışlar farklılaşır.

Aslında bütün sevimliliğine karşın bu şamata, zaman zaman, evlerinde oturan, dinlenen, okuyan insanlar için rahatsız edici olabiliyor. Bu keratalarla birlikte bir “çocuk forumu” toplayıp konuşamaz mıyız, çığlıkları azaltmaya yönelik birtakım kurallar koyamaz mıyız acaba?

15 Mart

Dün başlangıç satırları olarak neler yazmışım diye bakıyorum da babamın anlattıkları geliyor aklıma. “Deden de kardeşleri de birer ev sahibi olmak için türlü sıkıntıya girmişler, ölünceye kadar başaramamışlar. İçlerinden ev sahibi olan biri çıkmış, o da art arda gelen hastalıklarla baş etmek için satıp savmak zorunda kalmış. Oysa, bizim durumumuza bak şimdi. Devrim’den sonra, kısa zamanda barınma derdinden kurtulduk. Mülk sahibi olmadık ama, sokakta kalırız diye bir korkumuz var mı?” Bu tür sözleri kim bilir kaç kez dinlemişimdir ondan.

Doğru. Çocuklar iş güç sahibi olup dağıldılar, onlar da iki kişi kalınca kendilerine verilen daha küçük bir konuta taşındılar. Bizim buradaki konutlarda iki kişilikler doluydu; biraz uzağa gitmiş oldular ama, hiçbir şikayetleri yok. Hatta annem “Buraların manzarası daha güzel. Hem de daha sessiz. Ayrıca metro durağı çok yakın!” deyip duruyor.

İlle de kuşak hesabı yaparsak, bu Devrim dediğimiz ve hep büyük D ile yazdığımız, ana babalarımızın kuşağının eseri sayılır büyük ölçüde. Bizimki biraz hazıra konmak olmuş.

21 Mart

Geçen hafta aldığım yarım günlük iznin gerekçesi, ileri eğitim başvurusu yapmaktı. Bu ileri eğitim işi aklıma yatıyor. Mesleğimi seviyorum doğrusu. Yaptığım iş mesleğimle doğrudan ilgili. Çocuklarımız da büyüdüler artık. Yükleri azaldı. İleri eğitim programına katılmamı engelleyici bir şey yok. Sonunda bir belge alınıyor, benim durumumda mühendis unvanı da kazanılabiliyor. Ama, buraya yazarken kimseden gizlemek, utanıp sıkılmak söz konusu olmadığına göre, şimdi yazacağımda öyle bir kaygının izi olamaz: Mühendis olmak değil beni motive eden, kesinlikle değil. Sevdiğim meslekte yetkinleşmek, işimi daha iyi yaparak yaşadığım ve borçluluk duyduğum topluma katkımı çoğaltmak istiyorum. Ek bir çaba, dolayısıyla yorgunluk falan gelecek, ama işin o yanını pek umursamıyorum. Çok fazla yorulacak olursam, o zaman çaresine bakarız elbet.

26 Mart

Bugün işyerinde sevimsiz bir toplantı yaptık. Toplantının konusu bizim ustabaşı idi. Bu Devrim öncesinde kalmış bir adlandırma aslında. Şimdi birim sorumlusu deniyor; birimin büyüklüğüne ve işlevine göre birden fazla kişi de olabiliyor. Bizimki bir kişi. Özünde iyi bir adam. İşini biliyor, deneyimli, çalışkan, dürüst. Ama biraz hoyrat. Disiplini abarttığı, bağırıp çağırmayı disiplin sandığı oluyor sık sık. Son zamanlarda bu yolda epey ileri gitmişti. En son bir kadın işçiye davranışı bardağı taşıran damla oldu. Birim genel kurulunun toplanmasını istedik, işletme yönetimi itirazsız kabul etti. Toplantıda bütün veriler ortaya kondu. Birimin yaklaşık yarısını oluşturan Kürt arkadaşlarımız da içlerinden birinin yakını olan sorumluyu eleştirip kınamaktan geri kalmadılar. Sonuç olarak, “kusurlu davranış” saptamasının uygunluğu konusunda görüş birliği sağlandı. Bununla birlikte, kendisinin olumlu özelliklerinin birim ve işletme açısından önemli olduğu vurgulanarak, uyarılmakla yetinmenin doğru olacağı kararına varıldı. Kendisi de hatasını kabul ediyordu zaten.

Böylece sevimsiz bir işi hiç de kötü sayılmayacak bir sonuca bağlamış olduk.

20 Nisan

Epeydir yazamıyordum. Dün akşamdan sonra yazayım dedim.

Karı-koca birlikte, çok eski, çok da ünlü bir film seyrettik. Yaşadığımız konutlara birkaç dakika uzaklıktaki Kültür Merkezi’nin büyük salonunda.

İşte yine yaptım aynı hatayı, ağız alışkanlığının böylesine ne demeli bilmem ki… Oysa, eşim bu “karı” sözcüğüne inanılmaz derecede sinir oluyor. Buradaki gibi yanında başka sözcüklerle birlikte, her türlü köhnemiş anlamlarından uzak olarak kullanılsa bile katlanamıyor. Bir defasında “Canım, nikâh memuru beylik söylevinin sonunda ‘sizi karı-koca ilan ediyorum’ demiyor mu?” diyecek oldum, hemen düzeltti: “Hayır efendim, o dediğiniz Devrim’den önceydi. Artık ya o cümleyi hiç söylemiyor ya da o çirkin sözün yerine düzgün bir cümle kurmayı akıl ediyorlar.” Uzatmamış, lafı değiştirmiştim; dediği doğruydu çünkü.

Neyse, filme geleyim şimdi. Sovyet ülkesinin başlangıç dönemlerinden, dolayısıyla sessiz sinema günlerinden kalma Potemkin Zırhlısı filmiydi. Babam birkaç kez izlediğini, yıllarca pek çok ünlü sinema eleştirmenince “bütün zamanların en iyi 10 filmi, 15 filmi…” türünden değerlendirmeler yapıldığını anlatırdı. Bu tür değerlendirmelerin nedenini anlamak için konunun uzmanı olmak gerek herhalde. Sessiz filmler bana hep tuhaf gelse de bu filmi beğendim. En çok belleğimde kalan görüntü de şu oldu: Gemi işçisi bir asker güverteden düşüyor ve arkadaşları “Bunçuk güverteden düştü. Kardeşler, Bunçuk’u kurtaralım!” diye koşturuyorlar. Elbette bu sözler perdede yazı olarak görülüp okunuyor. Oysa bana kulaklarımla işitiyormuşum gibi gelmişti. Bir de, ne tuhaf mı demeliyim, Bunçuk sözcüğü pek sevimli görünmüştü. Sözcüklerin de sevimlisi, sevimsizi olur.

22 Mayıs

Araya 1 Mayıs’ın da içinde olduğu bir yığın iş, bir o kadar yorgunluk girdi. Yine oturup yazamadım. O arada kızımın eski ve yeni keman öğretmenleriyle görüşme fırsatı bulabildim. İkisi de onun hem yetenekli hem hevesli olduğunu söylediler. Mutlaka devam etmeli, dediler. Benim de tersini düşündüğüm yok. Dediklerine göre, ülkede böyle yetenekli çocukların ortaya çıkışında belirgin bir artış varmış son yıllarda. Ne güzel!

Babamdan dinlemiştim. Devrim’den önce, yirminci yüzyılın ortalarına doğru, “harika çocuklar” diye anılan yetenekli çocuklar için bu adı taşıyan bir yasa çıkarmışlar. O yasadan yararlanarak sınırlı sayıda yetenekli çocuğu ülke içinde ve dışında özel eğitimlerden geçirmişler. O çerçevede, çocuklardan ikisi çok ünlenmiş; birinin çalgısı keman öbürününki piyano imiş. O da öyle olsun dileğiyle piyanistin adı verilerek bir süre eğitilmiş olan kız çocuğu ile babam, sonraki yıllarda kısa bir süre birlikte çalışmışlar. Müzik konusunda falan değil. Bir devlet kuruluşunda memur olarak. Çocuk büyüyünce üniversiteye gidip sosyoloji okumuş çünkü. Babam hep “İdil, bu Amerikan sosyolojisi okumak da nereden çıktı, mis gibi piyanist olmak varken!” diye takılmak ister, ama kırılıp gücenir diye vazgeçermiş. İşte onunla ilgili yaşanmış bir öykü anlatmıştı, kendisinden dinlemiş. Babam çok sonraları olayın eve konuk gelen öteki kahramanının aktardığını da bir yerde okumuş, ama bana kendi arkadaşından dinlediğini anlatmıştı.

Bir gün yedi sekiz yaşlarındaki İdil ile bir müzik öğretmeni ve besteci olan babası evde oturuyorlarken, kapı çalınmış. Kafası üzerinde çalıştığı bestesiyle mi, kim bilir nelerle uğraşmakta olan babası “Kızım kapıya bakıver” demiş. O yaşlardaki çocuklar kapı sesine herkesten önce koşturmaya çok hevesli olurlar. Bu kez ruhsatı da almış bulunan küçük İdil hemen hoplaya zıplaya gidip kapıyı açmış. Kapı önünde bir adam, “Yavrum, git babana söyle, fakir geldi de!” diye haber göndermiş, bir yandan da ayakkabısının bağcıklarını çözmeye uğraşıyormuş. Bizim ufaklık kapıyı çat diye adamın yüzüne kapatıp mesajı iletmiş: “Baba, fakir gelmiş.” Adamcağız kafasındaki konuyu evirip çevirirken, ne desin, “Hadi kızım, git, ‘Babam Allah versin’ diyor deyiver.” Bizim İdil yine koşarak gidip o mesajı da ilettikten sonra kapıyı bu kez daha gürültülü bir biçimde kapatmış. Geri dönerken, yolda, telaşla kapıya doğru seğirten babasıyla çarpışıyormuş az kalsın. Bizim müzik öğretmeni kapıyı açar açmaz korktuğunun başına geldiğini anlamış: Daha sonraki yıllarda ülkemizin öğretmen hareketinin unutulmaz adları arasına girecek yazar Fakir Baykurt, gülerek kendisine bakıyormuş.

18 Haziran

Bu hafta sonu bizim Kültür Merkezi’nde Yazarlar Birliği’nden bir konuğun söyleşisi oldu. Benden herhalde bir on yaş kadar büyük, hoş bir kadın yazar. Yazarlıktan, kendi yazdıklarından söz etti. Yazarlığın küçük bir seçkinler topluluğunun işi olmaktan çıkarılması gerektiğini ileri sürdü.

Onun anlatımından cesaret aldığımdan mıdır, nedir, söyleşi bittikten sonra kendi yazdıklarımın bir işe yarayıp yaramayacağını sordum. Ne yazıyorsun, dedi. İşte bu günlükten, ara sıra karaladığım öykülerden söz ettim. Bana gönderirseniz, okur, düşüncemi söylerim, dedi. Heyecanlandım doğrusu. Gelecek hafta yine burada olacağım, diye de ekledi.

25 Haziran

Bir haftadır uğraşıyorum. Buraya yazıklarımı biraz genişlettim, birtakım değişiklikler yaptım. Yazar hanıma götürüp verdim. Yarın da buradayım, bu gece okur, yarın ilk izlenimlerimi söylerim, dedi.

26 Haziran

Okumuş ve iyi bulmuş. Buraya yazdıklarından yararlanarak bir öykü çıkarabilirsin örneğin, dedi. Sonra bana gönder, bakalım.

14 Temmuz

İki haftadır geceler boyu uğraştım. Uzunca bir öykü yazdım. Bizim yazara gönderdim. Bekliyorum.

28 Temmuz

Tam umudum kırılırken yanıt geldi. Kendisi okuyup çok beğenmiş. Yazı kurulundakilere de okutmuş. Onlar da beğenmişler. Yazı Kurulu dediği, bizimkine benzer kültür merkezlerine dağıtım yaptıkları aylık derginin yayımlanmasından sorumlu olan kurul. Asıl bomba haber, aldıkları karar: Derginin Eylül ya da Ekim sayısında yayımlanacakmış. Bir de şu olasılığı eklemiş: Bu tür ürünlerim bir süre bu dergide yer alırsa, sonraki aylarda benim yeni ürünlerimi ülke çapında dağıtım yapan yayınevlerine gönderebilirlermiş.

Oğlum, başımıza bir de yazar mı kesileceksin, nedir!

Gırgır bir yana, bizim yazarın 18 Haziran’daki ilk söyleşide kurduğu bir cümle geliyor aklıma: “İnsanın bütün yeteneklerini özgürce geliştirmesi ve bunun için gerekli koşulların yaratılması, sosyalizmin vazgeçilmez amaçları arasındadır.”