Takvimin ilk günü, işte geliyor yine. Aramızda kalsın ama ilk gün değil de son gün, son gece daha heyecan veriyor bana.

Bir Dünya Masalı: 2021

Yeni bir yazı için düşünmek,  kendimle sohbet etmek demek benim için. Ama şöyle: beni etkileyen, rahatsız eden, kalbime diken gibi batan, içimi ışıtan, gönendiren, hayretler içinde kaldığım, öfkeden nefessiz bırakan, mutluluktan havalara uçuran, onca olan biten karşısında sessiz kalamamak; bir çırpıda başka durumlara geçememek hâli içinde mola istemek, o anda beklemek, oradan çıkamamak, içimde tartmak ama ille de dile döküp yanı başıma bildirmek…

Yanı başım sevgili okur, işte siz benim yanı başımda, dert ortağım, mutluluğumu paylaştığım dostlarımsınız. İnsan insana gerek, insan insan için;  deneyimlerimiz, duygularımız, anlarımız paylaştıkça güzel, kıvamlı, derin… Paylaştıkça, yan yana gelebildikçe yalnız olmadığımızı bildikçe güçleniyoruz, çoğalıyoruz, çoraklığımızdan kurtuluyor, ıssızlığı atıyor, birbirimize yaslanıyor, devleşiyoruz. Başımız biraz daha kalkıyor yukarı, sırtımız dik,  gözlerimiz daha kararlı, sesimiz tarazsız, kelimelerimiz kekemelikten kurtulmuş ve daha güvenli oluyoruz. İşte bu yüzden seviyorum yazmayı. Şimdi de yeni yıl pır pır etsin yüreğimi istiyorum, bir kelebeklenme etkisiyle, imge yüklü beklentilerle, tamamlanmayı bekleyen işlerle, görülmeyi bekleyen dostlarla gerçekliğe dönsün hayaller; dileğim budur yeni yıldan.

Takvimin ilk günü, işte geliyor yine. Aramızda kalsın ama ilk gün değil de son gün, son gece daha heyecan veriyor bana. Ve son geceye giderken gizliden yaşadığımız ivecenlik daha makbul nazarımda. 1 Ocaklar ise tatlı ve çok uzakmış gibi görünen dönümlerin, zebella gibi üstümüze çökmesiyle alacaklarını tahsil etmeye aceleyle başlayan, yeni yılın, akşamdan kalmalığımızı haşa dinlemeden işini görme Murtazalığı. Yok, öyle tatlı tatlı hayal kurmak, bir sürü vaatleri sıralamak, gel, başla şimdi sözlerini yerine getirmeye diyor, anlayışsızlıkla. 2021 de öyle olacak. Neden farklı olsun?

Farklı olur belki, hı?!

Özetle, yüklediğimiz anlamlarla; yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımıza buladığımız imgeler yığını eski yıldan geçiş, yeni yıla giriş.  Bir mola, bir soluklanma, bir tazelenme beklentisi. Ardımızda bıraktıklarımızı temize çekme uğraşı; ilk ayların sakin mağrurluğu, ben yaparım gücü, hep sürsün aman. Sürsün ki çoğalalım, sevinelim efil efil olalım, hafifleyelim. Hakkımız değil mi?

Çok ağırlaştık, yaşamak bir yük oldu nicedir. Öfke topacıyız handiyse.  Hakikaten katlanılır değil tanıklıklarımız. Katlanılmaz ya da olağanüstü diye gördüklerimiz artık istisna değil kuraldır çünkü… Bu salgınlı, hastalıklı dünyayı geride bırakalım artık. Başka bir dünyayı olağan, güzel, huzur dolu bir dünyayı gerçekleştirmek bize düşen görev. Yoksa nasıl yaşanacak böyle böyle, kestiremiyorum.

Hüzünlü bir şekilde yazmış Oktay Akbal “İlkyaz Devrimi”nde şöyle diyor:

“Yaşamak derken, durmalı. Tuhaf bir sözcük bu yaşamak. Hiç yaşamayanın bile bir yaşaması var. O da yaşadım diyor kendine. Böyle biliyor. Sabah kalkıp yola düşüyoruz. Otobüsler, dolmuşlar, yaya. Bir iş yeri, bir tezgâh, bir masa. Akşamlara dek. Bir gün, on gün, bir yıl, on yıl… Kadınlar, dostlar, çocuklar. Bir de bakıyoruz, yaşamın sonuna gelmişiz bile. Neyin sonu? Yaşamamızın mı? Demek yaşamak buymuş. Yaşamışız işte. Uyumak, uyanmak, koşuşmak, yerinde saymak, hızlı sevişmeler, hayal kurmalar, yıkıntılar, çöküntüler, dirilişler, umutlar, umutlar…”

Zaman geçiyor. Oysa var olan bir şey mi zaman? Değil, zihnimizin eseri elbette, tarihsel ve toplumsal olarak işlenen görkemli bir eser bu. Dün, bugün, yarın diyalektiği içinde yeniden yeniden kurulması gereken hem kişisel hem de toplumsal bir kavram.

Geçmiş, bugün ve yarın…

Yeni yıla girerken, hep isminden muazzam etkilendiğim, yeni yıl heyecanına benzer başka tür bir ürperme ile içimi dolduran  “Son Bakışta Aşk”tan bir kuple iliştireyim yazının sonuna o vakit. Tarih, zaman, bugün, gelecek,  mücadele ve yeni yıl çağrışımları içinde Walter Benjamin’i anarak, yeni yılda “flenör” olmak umuduyla diyerek…

“Geçmişi tarihsel olarak kurmak, “onu gerçekten olmuş gibi” tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike ânında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır. Mesih sadece kurtarıcı olarak değil, aynı zamanda Deccal’e boyun eğdirmek üzere gelir. Düşman kazanacak olursa ölüler bile payını alacak bundan. Ancak bu endişeyi içinde duyan tarihçi, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahiptir. Ve düşman kazanmaya devam ediyor hâlâ.”

Mutlu seneler…