"'Yaşama olayı' kavramı tam da bireysel ya da toplumsal olan süreğen bir sonsuzluğu bir nokta ile duraksatma eylemini barındırıyor bence."

Bir Çift Güvercin

“Yaşama olayına nasıl sahip çıkılır?” sorusuyla başlayalım. “Yaşama” bir olay hakikaten, başlı başına bir olay hem de. Büyük bir mücadele, büyük bir keyif, büyük bir neşe ya da büyük bir ızdırap olsa gerek yaşama olayı. Örneğin Büyük Zafer’in üzerinden 102 yıl geçmişti. O günleri yorgun, gururlu, mağrur ve muzaffer biçimde yaşayanlar için yeni bir ülke kurma mücadelesine omuz vermektir muhtemelen en güzel “yaşama olayı”… Yeni bir ülke düşlerken acaba en çok ne vardı akıllarında? “Yaşama olayı” ile zafer, gelecek sevinci ile var olanın kısıtlılığı,  taze hayaller ile eskiyen alışkanlıklar, yenisi ve eskisi arasındaki diyalektik… Bir asırdan fazla geride kalan… Devrilen yıllar yıllar içinde özgüven ile iktidarsızlığın ikizliği içinde Türkiye’nin yüz yılı. Bu yüz yıllık devirden, bu bir asırdan ne hikâyeler, ne aşklar, ne savaşlar, ne mücadeleler, ne düşler ve ne “yaşama olayları” çıkarılabilir. 

“Yaşama olayı” kavramı tam da bireysel ya da toplumsal olan süreğen bir sonsuzluğu bir nokta ile duraksatma eylemini barındırıyor bence. İlhan Berk de öyle düşünmüş olmalı ki soruyor: “Yaşama olayına nasıl sahip çıkılır?”

Yaşamasının kanıtı olarak insan, kendini anlatmak istiyor. Bu bir meydan okumanın ya da tarihe yumuşacık bir çentik atmanın bir yolu olsa gerek. Kendini, sevdiklerini, yaşadığı zamanı, tanıklıklarını söylemek istiyor insan… Yaşam öyküsü kaleme almak ölümsüzlük özlemi kadar kendini ötekilere anlatmanın, söyleşmenin, yalnızlıktan kurtulmanın bir yöntemi… Okur için ise Montaigne’in dediği gibi “Her insanda, insanlığın bütün hâlleri var” savını, elinde tuttuğu yaşam öyküsünde görebilmek, onu dilediği gibi okuyup didikleyebilmek. Tarifsiz bir tanıklık bu, beklenmedik anda “öteki” ile tanışma fırsatı. 

İşte İlhan Berk “Uzun Bir Adam” adlı kitabında yaşantısından parçaları çarpıcı bir şekilde anlatıyor:

“Yazdıklarımın bana benzemesini, beni ortaya koymasını istedim. Bu, insanlara, doğaya, acılara, sevinçlere, kısaca yeryüzüne bakarken de böyle olmalı: Ben vurmalıyım, ben çıkarmalıyım. Bana, bir bana tanıklık etmeli; İlhan Berk adlı bir bireyi koymalıdır ortaya. Yazdıklarımdan, benim boyumu-bosumu, sevdiğim yemekleri, kâğıtları, kalemleri, harfleri, suları, hayvanları, kadınları, çocukları, bütün insanları, bütün nesneleri öğrensinler isterim. Bu dünyada yaşadığımın bilinmesini istemektir bu. Yaşama olayına sahip çıkmak… Yazmak, bu anlamda, önce kendimi, sonra da yeryüzünü varetmektir.” 

Kişinin kendisini çok önemsemesine mi işaret ediyor İlhan Berk’in yazdıkları? Değil. Zaten hepimiz için kendimiz, varlığımız biricik değil mi? Yaralı yerlerimizi yamamak, yırtılmış yerlerimizi dikmek istiyor, üstelik beğenilmeyi, sevilmeyi, önemsenmeyi ve saygı görmeyi umuyoruz. Bir yandan da yaşama tanıklığımızı paylaşmak, onu geleceğe fısıldamak istiyoruz.  “İnsanın gerçek yurdu çocukluğu ise…” 

İlhan Berk anlatıyor:

“Ablamı düşman Manisa’ya girince evde bırakıp dağa çıktık. Kent yanıyordu ve ablam bizimle dağa gelmek istememişti. Ben neden sonra onun, yangın evimizi sarınca, saçlarından tutuşarak yanıp kül olduğunu öğrendim. Benim çocuk dünyam da böylece yıkıldı. Yıkıklık, bana ondan kalmadır, ya da ben onun ölümüyle yıkıklığı bu yeryüzünde ilk böyle öğrendim.”

Manisa’nın düşmandan kurtuluşu 8 Eylül 1922’deymiş. Zafer’e giden süreçte, 30 Ağustos’un ertesinde, bir bir kurtuluş yaşanıyor Anadolu kentlerinde. İşte Berk’in anlattığı Huriye ablası da o insancıklardan biridir Manisa’da yanan:

“Büyük ablam deliydi. Yedi kişilik küçük evimizde Huriye ablam tek başına bir odada kalırdı. Her zaman da soyunuk, çıplaktı; öyle de öldü. Yanına hemen hemen kimse girmezdi, suyu, ekmeği avluya bakan küçük pencereden verilirdi. Odasından hemen hemen hiç çıkmaz, orda dolaşır, oturur, yatar, mırıldanır, bağırır, uyurdu. Onun yanına en çok ben girer çıkardım. Ben hariç evde herkese kızar, bağırır, çağırırdı. Soyunukluğunu, çıplaklığını sanki kimseyle paylaşmak istemez, onunla içli dışlı yaşamak isterdi. Onu hiç giyinik gördüğümü anımsamıyorum. Ablam uzun boyluydu ve saçları topuğuna değin uzanırdı.” diye devam eden çok etkileyici bölümde Büyük Zafer ile düşman işgali zamanını Huriye ablanın saçlarından tutuşmasına bağlıyor zihnim. 7 yaşındaki İlhan Berk’in gözünden ve şairliğinden bir tablo çiziliyor kelimelerle. 

Bir sineği görüyorum.
Bir sineği görüyorum diyorum.
Bir limonu avcuma alıyorum.
Bir limonu avcuma aldım, diyorum.
Sonra da bütün bunlar yaşadıklarıma tanıklık etsin diye kalemime sarılıyorum. 

Diyen dizeleri yazarken uzun boylu tanışıyorum İlhan Berk’le şiirlerinin dışında. Sessizce, çalışarak doğup ölen anneyi tanırken belleğimde oluşan fotoğrafa şefkatle içimi titreten bir başka fotoğraf ekleniyor. 

“Yoksulluk kendi hâlinde kaldıkça, dürtülmedikçe, itilmedikçe Tanrı kavramını hiç bilmez. Annem arada namaz kılardı, bunu bir görev bilmiş değildi. Elini, yüzünü yıkamak gibi bir şeydi bu, hiçbir kutsal, hiçbir yüce yönü yoktu bunun.”

Sonra kendi hakkında “Her türlü inancı yadsıdım. Dünyaya bakışımda Marksçı düşünce hep ağır bastı. Öte yandan, siyasanın dışında yaşadım, büyük bir ilgi duymadım.” diyor. Kendimizi tanımanın sınırları var mı diye merak ediyorum bunları okurken. Nasıl anlatırsınız örneğin kendinizi, dünyaya bakışınızı, sevdiğiniz yemekleri ya da nasıl biri olduğunuzu? 

Bu soruların daha çıplak yanıtlandığı yazı türü otobiyografi kuşkusuz ancak kimi türlerde kendini daha dolaylı biçimde de sergileyebiliyor yazar. Otobiyografik roman bu ya da yazarın falanca romanında yer yer kendi yaşam öyküsünden izler bulmak mümkün diyoruz. Gerçeklikten süzülmüş seyirlik, geçmiş bir zamanda bir yerlerde yaşandığını bilebildiğimiz anı parçaları olması okuma serüvenimizi daha fazla tatlandırıyor. Sanki parmaklarımızın ucuyla başka bir yaşantıyı tüm çıplaklığı ile ele geçirmişiz gibi. Hem kösnül hem pervasız, hem hayâsız hem de çok keyifli bir yan var bu deneyimde. Yalnızlığımız eksiliyor sanki. Bir kız çocuğunun 80’li yıllardan 90’lara devrimci anne-babasının hayatına tanıklığı gibi. Irmak Zileli’nin “Eşik” romanı da bir otobiyografik roman. 

Sonraya bırakalım mı? 

Unutmayalım bugün 1 Eylül ve takvimler Dünya Barış Günü’nü gösteriyor. Faşist Almanya yönetiminin 1939’da Polonya’yı işgal ederek II. Dünya Savaşı’nı başlattığı tarih bugün ve başta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin insanlığın toplumsal tarihine barış mücadelesini anımsatmak için armağan ettiği bir gün. 1 Eylüllerde geçmişi, insanlığın ilerici ve aydınlık adımlarını anımsamayı yeğliyorum ancak içimi yakan ve her 1 Eylül’de aklıma gelen Melih Cevdet Anday’ın Ethel ve Julius Rosenberg anısına yazdığı “Anı” şiiri…

(…)
Bir çift güvercin havalansa  
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil unutulur şey değil 
Çaresiz geliyor aklıma.
(…)

Yazının başına dönersek peki, sizin yaşama olayınız nedir? 

İlhan Berk (1993),  Uzun Bir Adam (Kendim Üstüne Bir Kalem Denemesi), YKY.
Irmak Zileli (2011), Eşik,  Remzi Kitabevi.