'Bilim felsefesinde pozitivizmin tarihsel versiyonlarını deşifre ederken, bir yandan da baş aşağı duran bilim tarihinde idealist diyalektiği ayakları üzerine dikmek zorundayız.'
19. ve 20. yüzyıllarda bilim bir üretici güç haline geldi, toplumun ve dünyanın dönüşümünde önemli bir rol oynadı. Bu birikimin üzerine bilimin ne olduğu ve nasıl üretildiğine ilişkin felsefi çalışmalar yoğunlaştı.
Özellikle geçen yüzyıl bilim felsefecilerinin önemli bir “çalışkanlığına ve üretimine” sahne oldu: Russel (1872-1970), Wittgenstein (1889-1951), Popper (1902-1994), Kuhn (1922-1996), Lakatos (1922-1974), Feyerabend (1924-1994) vb. Bu kişilerin farkında olalım veya olmayalım etkileri devam ediyor ve oluşturdukları güçlü ideolojik hava halen teneffüs ediliyor.
Yukarıda kısaca listelenen kişiler kendi arzusuyla ve çevresi içinde üreten, iyi niyetli ve zeki entelektüeller olarak algılandı. Bu çabanın siyasetten, ideolojiden, sınıf mücadelelerinden azade bağımsız bir aydın aktivitesi olduğu düşünüldü.
Bilim ve Aydınlanma Akademisi (BAA)’nin geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen yaz okulunun konusu “20 yy.’da sınıf mücadeleleri ve bilim felsefesi”ydi.
BAA Yaz Okulu aslında ideolojik mücadelenin bir cephesi olan bu efsane ile uğraşmak üzere toplandı. Sonuçta hiçbir filozof egemen sınıflardan ve içinde yaşadıkları dönemin sınıf mücadelelerinden bağımsız değildir. Antik çağlardan itibaren filozoflar sınıflar mücadelesinde ideoloji cephesinin kadroları olarak görevlendirilmişlerdir.
Bu nedenle geçen yüzyılı dönemlendirmekle işe başladık:
İlk dönem olarak 1871-1917 arasını seçtik. Paris komününün yenilgisinden sonra emperyalizmin oluşumu ve etkisi, sosyal demokrat partilerde emperyalizmin müdahalesi ile devrimin olmayacağına ilişkin bahane bulma bu döneme karakterini verdi. Öte yandan bu dönemde formüle edilen eşitsiz gelişim içinde Rusya’daki devrimci durum ve öznesi olan Bolşevik parti tarih sahnesinde belirdi.
1917-1990 arası dönemi ise siyasi coğrafyada güçlü bir işçi sınıfı devletinin yaratıldığı “sosyalizmli dünya” olarak adlandırdık.
Son olarak, 1990’dan sonrasını Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası emperyalizmin dünyayı yeniden yapılandırması olarak işaretledik.
Bilim felsefecilerinin esas görevinin sosyalizmli dünyada emekçi sınıflara öncülük eden dünya görüşünü ve buradan doğan iradeyi seyreltmek, değersizleştirmek olduğu için bu dönemi daha ayrıntılı açmalıyız.
1917’de birbirini 8 ay arayla takip eden burjuva devrimi ve işçi sınıfı devrimleri 1929’a kadar çoğu kez emperyalizm tarafından arızi bir durum olarak değerlendirildi. Mutlaka yaşananlar Rusya’nın tuhaflıklarından kaynaklanan geçici bir durum olmalıydı.
Ancak 1929-1939 arası şafak attı. Batı emperyalizmi döngüsel iktisadi bunalımını yaşarken Sovyetler Birliği’nde devrim pekişmiş ve merkezi planlamanın sağladığı avantajla görülmedik bir büyüme oranına kavuşmuştu. Yepyeni bir kültür yaratılıyordu.
Bu dönemde “filozoflar” göreve çağrıldı. Aslında yaptıkları şey, Kant’ın ve Mach’ın öznel idealizmini çeşitli kurnazlıklarla yeniden üretmekten başka bir şey değildi. Dünyanın bilinebilirliğinde gedikler açmaya ve eğer bilim yapılacaksa bunun kendi daraltılmış alanlarında çalışanlar bilimcilere bırakılması gerektiğini vaaz ettiler.
Bütün hedefleri işçi sınıfının dünya görüşünü oluşturan Marksizmi bilim dışı ilan etmek, gözden düşürmekti. Neyin bilime kıstas olacağına ilişkin olağanüstü çaba Marksizmi astrolojiyle eşlemeye kadar vardı.
Marksizmin zaten pozitivistlerin anladığı anlamda “bilim” olma iddiası yoktu. Kapitalizmin yapılmış en mükemmel çözümlenmesi dışında kitlelerin dünyayı değiştirerek bilgi ürettiği bir sürecin rehberi olarak işlev görüyordu.
İkinci Dünya Savaşının Kızıl Ordunun zaferiyle bitmesinden sonra 1945-1968 arasını ise sosyalizmin yayılması ve saygınlığının arttığı dönem olarak tanımladık.
Bilim felsefecileri bu dönemde daha şiddetli bir anti-komünizm üretecek şekilde mevzilerini pekiştirdiler.
Ancak zırvalamaları bir duvardan geri sekiyordu. Sovyetler Birliği bilimde ve teknolojide büyük bir sıçrama yaşıyordu. 1957’de Sputnik’in uzaya gönderilmesi emperyalizmde bir Sputnik şoku yarattı. 1961’de ilk insanlı uzay uçuşu bu şoku derinleştirdi. Marksizm bilim dışıysa bu başarı nereden geliyordu?
Ülkelerin arka arkaya sosyalizme geçmesi veya yanında yer alması, bir altüst oluş dönemi algısı yarattı, emperyalizm için önceki filozofların önemini azaltırken yeni bir felsefeye ihtiyaç duydular: Altüst oluş dönemlerinin düzenden yana idealist diyalektiçiliği, tıpkı Heraklit ve Hegel gibi.
Altüst oluş döneminde aydınları, gençleri çevrelerinde tutabilmek için devrim fikrini de kapsayan ama baş aşağı duran idealist karakterde bir diyalektik.
Bu dönemin düzen filozoflarının en tipik örneği Kuhn ve oldukça etkili olan ve 1962’de basılan “Bilimsel devrimlerin yapısı” kitabıydı.
Sonra 1968-90 dönemi geldi. Reel sosyalizm ideoloji cephesinde gerilemeye başladı ve reel sosyalist ülkelerde burjuvazinin yeniden örgütlenme fırsatı bulduğuna tanıklık ettik.
1990 sonrası artık emperyalizmin gelişkin filozoflara ihtiyacı kalmamıştı. Bütünlük algısını dağıtan kaba post-modern saldırı dinci gericiliğe eşlik etti.
Şimdi yeniden dünyada bir sosyalist devrimler dalgasının geleceğini bilerek sınıf mücadelesinin bu alanındaki boşluğu mümkün olduğunca doldurmaya çalışıyoruz. Bilim felsefesinde pozitivizmin tarihsel versiyonlarını deşifre ederken, bir yandan da baş aşağı duran bilim tarihinde idealist diyalektiği ayakları üzerine dikmek zorundayız.