Söz konusu olan, geçen yüzyılda yapılabilmişleri dürüst ve aslına sadık bir dökümünü çıkarıp mücadeleye girmiş emekçilere aktarmanın yanı sıra bunun çok ötesinde bir çabayı sergilemektir.

Bıkıp usanmadan

“Tek yolun devrim olduğu az mı haykırıldı bu ülkede! Şimdiyse, o yolun ancak sosyalizmi yakın hedef alırsak kurtuluşa götürebileceğini, hem anlatmanın hem göstermenin zamanıdır.”

Geçen haftaki yazı böyle bitmişti. Biraz daha devam ediyorum.

Orada dikkat edilmesi gereken, üslubu biraz değiştirip daha az buyurgan bir edaya büründürürsek, dikkati çekebilecek üç nokta vardı. Onlardan yola çıkarak kurmalı bu yazıyı. 

Birincisi, önem açısından değil anlatımın ilerleyişi bakımından birincisi, “tek yol devrim” konusudur. Benim kadar eskilerin yaşayarak, daha gençlerin dinleyerek, okuyarak bildikleri bir gerçekliktir: Tırnak içine alarak yazışımdan belli olmalı; ilk ortaya atılışı ve sosyalistler arasında bilinir duruma getirilişi anlamında, kendimin de içinde olduğu bir toplama ait değildir bu slogan. Buna karşılık, herkesin sloganı olmamakla birlikte herkes denebilecek kadar büyük bir çoğunluk tarafından benimsendiğini belirtmek gerekir; ama, haklı olarak, ilk seslendirip benimseyenlerin adına yazılmıştır. Sosyalizm mücadelesi tarihimizde önemli yeri olan bir siyasal hareketin, eski deyimle, “alâmetifarikası”dır; böyle küflü deyişlerden iyi ki hoşlanmayan gençleri zahmete sokmadan günümüzün diline çevirirsek, ayırt edici işaretidir. Yine iyi ki demeliyim, bizim mücadele tarihimizde böyle bir slogan ortaya çıkmış ve bu kadar yaygınlaşmıştır. Ancak, buradaki ilginç bir durumu belirtmeden geçmeyelim: Bu sloganla anlatılanı, en azından benim anladığım kadarıyla, doğru bulmakla birlikte, eski zamanlarda, öyle meydanlarda, sokaklarda haykırdığımı hatırlamıyorum. Bu dediğimin anılan siyasal hareketten olmayan başka insanlar için de geçerli olduğunu sanıyorum. Oysa, çok yerindedir ve bir devrimci için kuşku duyulacak  yanı yoktur. Herhalde sadece bizde değil her yerde olmalı, sloganların kaderinde var, belirgin akımların ayırt edici işaretine dönüştükleri için, bazen doğrulukları/geçerlilikleri gümbürtüye gidiyor ve hak ettikleri kadar yaygınlaşamıyorlar.

Burada yeri gelmiş görünüyor, hiç değilse bir iki değinmeyi eksik bırakmayalım.

Devrim büyülü bir sözcüktür; büyüleyici demek daha doğru belki. Hep öyle olmuştur ve bir bakıma öyle kalacaktır. Bana sorulursa, nedenini şurada aramak mümkündür: İnsanlığın çok büyük çoğunluğu için her türlü kötülükten köklü, esaslı, temelli ve, hepsinden önemlisi, hızla kurtuluşu çağrıştırır. Oysa, toplumsal mücadelede somutlanışı açısından bakıldığında, büyü ortadan kalkıverir: Toplumsal sınıflar arasında çeşitli biçimlerde ortaya çıkan kavgalar sonunda, siyasal iktidarın belli bir sınıfın ya da sınıflar bileşiminin elinden bir başkasının eline geçmesidir devrim. Toplumsal-iktisadi yapının dönüşümü ise, siyasal iktidar değişiminin hangi sınıflar arasında olduğuyla bağlantılı biçimde, daha sonra ve tamamlanma noktasını saptama çabasının sonuçsuz, dolayısıyla anlamsız kalacağı bir süreç olarak gerçekleşir.

Siyasal iktidar ve onu ele geçirmek bu kadar önem taşımasına karşılık, en azından bizim ülkemiz için konuşursak, bir yandan sosyalizmin çözülüşü denilen olgunun hız kazanmasının bir yandan 12 Eylül rejiminin kollayıcı kanatları altında bir tür liberalizmin hemen hemen bütün sol akımların kan damarlarını kurutan etkisiyle, iktidar sözcüğü düpedüz aforoz edilmiştir. İktidar kavramı, devrim kavramının unutulmaya terk edilişi ile birlikte, bitip tükenmez bir sövgü sağanağı altında bırakılmıştır.

***      

Geçen yazının sonundaki ikinci nokta ise sosyalizmin yakın hedef olarak anlaşılması ve anlatılmasındaki çekingenlik, tereddüt, hatta yasaklayıcılık ile ilgiliydi. Burada bir tuhaflık görülmesin. Şöyle bir tuhaflık: Sosyalizmi bir, bir değil tek kurtuluş olarak görenler, nasıl olur da, onu ötelerler, benim uydurmamla, Kaf Dağı’nın ardına gönderirler? Bu soruya bugüne kadar kendimi inandıracak eksiksiz bir yanıt bulabilmiş değilim. Ancak, eksikli de olsa, bulabildiğim şudur: Paris Komünü’nü saymazsak, çok kısa ömrü ve ardında bıraktıklarının sınırlılığı düşünüldüğünde  saymamakta haklı olabiliriz, tarihin anlamlı ya da makul bir süre ayakta kalmayı başarmış ilk emekçi sınıflar iktidarı olan Ekim Devrimi, yalnız kalmıştı. Kesin bir tarih arama yanlışına düşmeden söylenirse, 1919 yılının başlarında, bilemediniz, yaz sonlarında yalnız bırakılmıştı. Bu ikinci söyleyiş, yalnız bırakılma, içlerinde Bolşeviklerin de bulunduğu pek çok devrimcinin olağanüstü emekleriyle özverilerine saygısızlık sayılmamalıdır. Birçok nesnel ve öznel etken bir araya gelmiş, ilk ve tek sosyalist ülke yalnız kalmıştır ve/veya bırakılmıştır. O ülkedeki devrimin ve izleyen sosyalist kuruluş atılımının savunulmasını istisnasız her şeyden önemli hale getiren, bu yalnız kalma/bırakılma olgusudur.

İki onyıl sonra başlatılan tarihte görülmemiş şiddetteki faşist saldırı ise, benzersiz kayıplar ve özveriler sonunda elde edilen zafere rağmen ya da zafer öylesine benzersiz yıkımların sonunda kazanıldığı için, başlangıçta çok haklı olan öncelik sınırlamasının uçlara taşınmasına yol açarak sosyalist devrimleri desteklemeyi geri plana atma eğilimini güçlendirmiştir. O kadar ki, burada desteklemeyi geri plana atma sözleri yerine sosyalist devrim arayış ve atılımlarını gündem dışına çıkarma deseydik, çok da abartmış olmazdık.

***

Üçüncü nokta, anlatma ile gösterme eylemlerinin ayrı ayrı belirtilmesi idi. Ayrı ayrı belirtilmişti; çünkü, farklı anlamlarda kullanılıyordu.

Şöyle açılabilir: Emekçilerin tek gerçek kurtuluşu olarak anlatılacak sosyalizm, geçen yüzyılda, sadece kitaplarda yazılı olmaktan çıkmış, başka türlü anlatılırsa, kurgulardan gerçekliğe dönüşme yolunda büyük mesafe almıştı. Ama aynı yüzyıl, yeryüzüne indirilmiş bu büyük hayalin yıkılışına da tanıklık etti. Demek, iyi ve kötü, güçlü ve güçsüz yanları vardı. Kötü yapılanların ve güçsüzlüklerin atlanması, es geçilmesi, sadece yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda imkânsızlık ölçüsünde zordur. Öte yandan, gerçek kurtuluşun nerede olduğu anlatılırken, geçen yüzyılda kurulabilmiş sosyalizmin emekçi insanlığa kazandırdıklarını geçiştirmek şöyle dursun, onları yeterince anlat(a)mamak bile, bağışlanmaz bir eksikliktir. Birincisi bu. 

İkincisi, bunlar yapılırken, ülkenin ve emekçilerin yakıcı, güncel sorunlarından yola çıkılması zorunludur. Bir başka zorunluluk da “reel sosyalizm”in bulabildiği çözümlerle sınırlı kalmamaktır. Zaten onların karşılaşmadığı sorunlar da çıkmaktadır bugün; çıkmaya da devam edecektir. Dolayısıyla, söz konusu olan, geçen yüzyılda yapılabilmişleri dürüst ve aslına sadık bir dökümünü çıkarıp mücadeleye girmiş emekçilere aktarmanın yanı sıra bunun çok ötesinde bir çabayı ve yaratıcılığı sergilemektir.

Bir de, anlatmaktan ayrı olarak, göstermekten söz etmiştik. Bunun anlamını da, kısaca, anlatırken öne sürülenlerle çelişmeyen, onları destekleyen, inandırıcılıklarını artıran işler, etkinlikler, eylemler yapmak biçiminde özetlemek mümkündür. Özetin ötesi, iktidar alındıktan sonraki kuruluş sürecinde ortaya çıkacaktır. 

Bir zamanlar hem görünümün ardındaki gerçekliği çarpıtan hem de bu yüzden çok bıktırıcı olan bir tekerleme vardı. Değişik çeşitlemeleri ile hâlâ da vardır. “Sol bölünmüştür” der dururlardı; bölük pörçük olmuştur, üstelik de bu solun iflah olmaz hastalığıdır. Oysa, bunu her söyleyene kulak vermemek, aynı zamanda her “solum” diyeni sol  kabul etmemek gerekir. Sadece emekçi iktidarını ve onun düzenini hedefleyenler, en azından bu hedefle bir alıp veremediği olmayanlar soldur; böyleleri ise ne o kadar çok sayıdadır, dolayısıyla ne de gösterilmeye çalışıldığı kadar bölük pörçüktür.