Motorları maviliklere sürebilmek için aydınlanmadan, emekten, bağımsızlıktan yana olanlar, kol kola girmeli, dayanışmalı… Şimdi yeni bir çağrı var…

'Beşinci Mevsim' Eylül ve 'Yalnız Olmadığımızı Bilince'…

Sonbaharın ilk ayı, Eylül geldi nihayet. 

Eylül ayı Ege’nin çoğu yerleşiminde Kurtuluş ve kuruluşun kenti İzmir’den kuzeye doğru şafakların özgürlük kırmızısına boyandığı aydır.

Eylül’ün 12’sini ise hiç sevmeyiz tam 41 yıldır. Kanlı ve karanlık Faşist Darbeyi hatırlatır bizlere.

Oktay Akbal Ustamız, Eylül Diye Bir Mevsim’de şu satırları not eder1:

İşte bitti bir yaz daha. Eylül geldi. Tuhaf bir aydır bu eylül. Daha ağustos ortasında girer yaşantısına. Sanki eylül ayı ağustosun ortasından eylül ayının ortasına kadar sürer. Ne kıştır ne yazdır ne güzdür ne ilkyazdır. Bir mevsimdir o, apayrı bir mevsim. Eylül diye bir mevsim olmalıydı. Bir aylık bir mevsim (…) Eylül kendi kendimizle hesaplaşmaya çağırır bizi. Başlayıp yarım bıraktıklarımızı, en olmayacak şeyleri, düşleri, en çok unutmak, bir daha hatırlamak istediğimiz olayları kişileri getirir önümüze

Eylül’ün Süryanice üzüm anlamındaki aylûl’den yani üzüm ayından geldiğini bilir misiniz? Böylece gelelim üzüm mevzuuna.

Victor Hehn’in, Dost Yayınlarından çıkan Zeytin-Üzüm-İncir kitabını okumuşsunuzdur. Okumadı iseniz tavsiye ederim. Her üç mübarek üzerine ilginç bilgilerle doludur. Üzüm ve onun can suyu şarabın ekmek ile kardeşliğini yüzyıllar öncesine götürür. Örneğin yeniden denize açılan Odyseus’a yolluk olarak ekmek, şarap ve giysi verildiğini de öğrenirsiniz. 
Ecdatsa, o da ecdat!! 

Üzüm, asmagiller (vitaceae) ailesinin vitis cinsi sarılgan bitkisidir ve yeryüzünde kültürü yapılan en eski tür olarak bilinir. 

Kökleri milattan önce 5000 yıllarına gider ve anavatanı bizim topraklarımız yani Anadolu’dur.

Anadolu’da bugüne kadar 1200 çeşit üzüm olduğu kayıt altındadır. Ne yazık ki fiili olarak sürdürülen tür sayısı bunun oldukça altındadır. 

Ben, Ege’nin razzaki’sini ve hele sultaniye’sini ve Erzincan karasını bir başka severim. 

O sultaniye ki, sabah kahvaltıda peynir ve ekmek ile öğlen balık sonrası kalan bir “tek” ile iki çilkim ve fakat akşam çilingirin göbeğinde yer alırsa var ya geceyi de, ömrünüzü de uzatır.

Hele şimdi yani eylülde çil basma zamanıdır ki öyle böyle değildir dostlarım.

Sultaniye ve gece çağrışımları

Gece yeni bir güne devrilmek üzere, şakaklar hafiften üzüm suyunun en harbisinin etkisinde karıncalanmaya yüz tutmuşken az önce buzdolabından bir salkım sultaniye aldım.

Şimdik o canım sultaniye salkımı, çalışma masamda. Mevsim gereği hafif kızıla çalmışları da var yeşillerin yanında. Onların tavrı daha bir güngörmüş, geçirmiş; işveleri, edaları yerinde. Öbür hafif yeşilimsiler de çil tutmuş az miktarda. Bu çiller, façalarını bozmuyor, tersine cazibelerini artırıyor.

Sol elimin baş, işaret ve yüzükparmakları yardımıyla renk farkı gözetmeksizin ikişer ikişer kopararak götürüyorum.

Kopardıklarımı bıyıklarımın üzerinden burnuma tutup ağzıma atıyorum, ısırmadan önce damaklarımın arasında eziyorum onları.

Genzime uzun zamandır unuttuğum bir tazelik yayılıyor. Başka yerlere götürüyor ve çağrışımlar yaratıyor. Acaba diyorum; Fransa’daki yaygın üzüm bağları ve üzüm tüketiminin meşhur Fransız öpücüğüyle bir ilgisi var mıdır (?) diye sorular soruyorum kendime gecenin karanlığında.

Geçmiş tecrübelerim beni bu konuda ikna etmeye yeterli oluyor. Akrobat lambanın ışığını tam onların üzerine yaklaştırıyorum. Kaçgöç yok onlarda. O kadar kendilerine güvenliler. Sere serpeler ki tabakta. Bir ikili, bir ikili daha. Genzimde bir karamel yakıcılığı. Şeker basmış mübarekleri! Hani bir tabir vardır ya: tadından yenmez olmak. Aynen öyle.

Aynı operasyonu, bir de sıkıştırmadan yani çırt diye ısırarak deniyorum. Ağzımın içi, bir volkan patlamasına dönüşüyor. Sultaniye, pelerinini üst damağımda bırakıp tüm çıplaklığıyla ağzımın içerisine yayılıveriyor.

Dilimle döndürüp pelerini bir yere istifliyorum. Ve onların tarihi köklerinin DNA’sı ile yüklü sulu cinsinden beyaz mütekeyyif maddeden bir koca yudum alarak pelerini, yumuşatıp tava getiriyorum.  Sormayın.

Ah canım Sultaniyem ah...

Yeter ki toprağını sev... Yeter ki Ege’de ol. Ve Ege’nin güneşi ve suyu ile dol...

'Yalnız olmadığımızı biliyoruz'

Sait Faik Usta da Son Kuşlar’da karamsar ve fakat gerçekçi bir güz tasviri yapar.

Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak” 

Bu kitabı yazdığında takvimler 1952’yi göstermektedir. Yani yaklaşık 70 yıl önce… Bu güzden bakıldığında Ustayı öngörüleri nedeniyle de bir kere daha alkışlamalıyız.

Ama karamsar olmamalı. Motorları maviliklere sürebilmek için aydınlanmadan, emekten, bağımsızlıktan yana olanlar, kol kola girmeli, dayanışmalı

Şimdi yeni bir çağrı var… Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin “yeni bir cephe açılmalıdır” başlıklı çağrısı. Bu çağrıya hep birlikte omuz verilmelidir. 

Yalnız olmadığımızı biliyoruz” denilen açıklamada "halkta hiçbir umut ve heyecan yaratmayan, ilkesiz pazarlıklar ve kişisel hesaplarla kirletilmiş bir siyaset kültürünü reddeden, içine her tür düşünce ve eğilimin tıkıştırıldığı çürük ittifakların parçası olmayı kabullenmeyen siyasi güçlere, bir devrimci cephe çağrısı yapmaktadır" denilmektedir.

Haydi gelin hep birlikte açıklamanın tam metni için aşağıdaki linke göz atalım...

https://haber.sol.org.tr/haber/tkpden-devrimci-cephe-cagrisi-yalniz-olm…  
 

  • 1. Bu yazıyı hatırlattığı için sevgili dostum Taylan Özbay’a teşekkürlerimle.