Patronlar bu düzende, yani sermayenin düzeninde, öyle ya da böyle yolunu buluyor. Bulduğu yolda da asla uzlaşamayacağı emekçi sınıfların üzerine basarak ilerliyor.

Benzemez, uyuşmaz, uzlaşmaz

Bir iki aydır masadaydılar, sonunda bu hafta “uyuşmazlık”larının tutanağı tutuldu. Metal sektörünün patronlarıyla işçilerinin sendikal örgütlerinin yürüttüğü grup toplu sözleşmesi sürecinden bahsediyorum. 

Yüz otuz bin, otomotiv, beyaz eşya, makina imalatı, ve bilcümle yan sanayi işçisini temsil eden sendikalar Türk Metal, Özçelik-İş ve Birleşik Metal-İş ile, patron tarafını temsil eden MESS, Ekim ayında masaya oturmuşlardı. Başta, ücret ve sosyal haklardaki artış oranları olmak üzere, önümüzdeki iki yıl geçerli olacak toplu sözleşme başlıklarında anlaşma sağlanamadığı gerekçesiyle, 7 Aralık toplantısında “uyuşmazlık tutanağı” imzalandığı açıklandı. Şimdi sırada arabuluculuk süreci var, nasıl sonuçlanacak, grev oylamasına gider mi, grev kararı çıkarsa engellenir mi, gerçekleşir mi göreceğiz.  

Diğer sendikalar için yazmayayım ama, Birleşik Metal-İş Sendikası bu süreyi bekleyerek değil, eylemliliklerle geçirecek gibi görünüyor. Bir kaç haftadır işyerlerinde ve yerelliklerde sürdürülen hayat pahalılığı ve yoksullaşmaya karşı “Artık Yeter! Geçinemiyoruz!” eylemlerini 12 Aralık Pazar günü diğer DİSK sendikaları ile birlikte İstanbul mitinginde sürdürecekler. Yanlarındayız, aralarındayız.

Metal işkolundaki toplu pazarlık süreci ve diğer yandan asgari ücret görüşmeleri devam ederken, Bursa’dan üç ayrı fabrikadan metal işçileri ile yapılan bir röportaj yayınlandı soL portalda

İşçiler, hayat pahalılığını, patronların düşük maliyet derdiyle dayattıkları düşük ücretleri, pandemi bahanesi ile geliştirilen patrona kıyak işçiye bedel getiren uygulamaları, tek tek anlatıyorlar. Hem de öyle derin iktisadi analizlere gerek duymadan sadece kendi deneyimlerinden ve nesnel gerçeklerden yola çıkarak.

Aynı gemide olmak da neymiş, benzeşmiyor bile ortamlarımız, “onlar Titanikte biz filikadayız” diyorlar patronlar için.

Görüşülen işçilerden ikisi otomotiv yan sanayinde çalışıyor ve sektördeki durumu aktarıyorlar. Üretimdeki durgunluğu bahane ederek patronların toplu sözleşmelerde nasıl fırsatçı pazarlıklara girdiğini, ücretlerinin nasıl günden güne eridiğini anlatıyorlar.

Otomotivde ana ve yan sanayilerde pandemi yılı olan 2020’de bir duraksama olduğu doğru, bunu patronların kendileri de söylüyor. Ancak açık etmedikleri başka gerçekler de var. 2020’de durgunluk oldu, ancak 2021’de hızla kayıplarını yerine konacak biçimde toparlanmaya başladılar, bunu da kendileri söyledi, hem de daha yılın başında.

Otomotiv, bu ülkede son 15 yıldır ihracat şampiyonu olan sektör, yani ülkede satışlarda durgunluk yaşansa da, dış pazarda iş yapmaya devam ediyorlar. 

Demem o ki, patronlar bu düzende, yani sermayenin düzeninde, öyle ya da böyle yolunu buluyor. Bulduğu yolda da asla uyuşamayacağı ve uzlaşamayacağı emekçi sınıfların üzerine basarak ilerliyor.

Şu otomotiv sektörü ücret pazarlıklarını ele alalım örneğin, ve geçtiğimiz yüzyılın başından bir örneği hatırlayalım.

Ford Motor Company, 20. yüzyıl en başında kurulduğu yıllardan itibaren kapitalist üretim ilişkilerinin ve dolayısıyla sınıflar mücadelesinin simgesi oldu.

Henry Ford’un 1903 yılında ABD’nin Michigan eyaletinde kurduğu bu otomobil imalat fabrikası sadece birkaç yıl içerisinde dünya çapında iz bırakan yenilikler sıraladı. Bu yenilikler sadece otomobil imalatında değil, bütünsel anlamda kapitalist üretim ilişkilerinde dönüşümler anlamına geldi.

Bir kere, bilim, teknik ve teknoloji sayesinde hem üretim araçlarında (makinalar, hammadde, enerji vb.) hem de üretim hatlarında, o tarihe kadar elde edilmiş en yüksek verimliliğe ulaşıldı. Üstelik bu üretim hatları, düşük maliyetli, kitlesel ve sürekli işliyordu. Tıkır tıkır.

Elbette tıkırında işleyen bu hatlarda düşük maliyet-yüksek üretkenlik ikilisi açısından en kritik nokta emekgücünün kullanılma ve denetlenme biçimiydi. Charlie Chaplin’in büyük eseri Modern Zamanlar filmi tam da bunu anlatıyordu.

Ford fabrikaları, üretim süreçlerinin teknolojik donanımı ve imalat hatlarının teknik düzenlenmesi yani mühendisliği dışında, kapitalist üretim ilişkilerine “emek denetimi”, “bilimsel yönetim”, gibi yenilikleri de getirdi.

Bunun da ötesinde otomobil imalatının tüm tedarik ve yan sanayi aşamalarını bir araya toplayarak, bütünleşik ve yüksek miktarlı üretim birimini ortaya çıkardı, imalatta “ölçek” kavramını dönüştürdü, büyüklüğü ve kitleselliği sektöre sundu.

Lafı uzatmayayım, işte sermaye düzeninin bu büyük öncüsü Ford, 1914 yılında, kendi yarattığı “Fordizmin” simgesi olan Model T marka otomobillerinin üretimi için iş ilanına çıktı ve bir kez daha diğer patronları koltuklarında hoplattı. O dönemde sektörde yevmiyeler 2.25 dolar iken, Ford Detroit fabrikası günlük 5 dolara işçi alımına başladığını duyurdu.

E tabi, sonrasında dünya çapında ortalık toz duman: binlerce insan işe girebilmek için fabrikanın kapılarına yığıldı, “Detroit’te altına hücum!” diye manşetler atıldı, Ford işçisi kendi ürettiği arabaya binecek müjdesi verildi. Amerikan işçi sınıfının orta sınıfa dönüşümü dendi, kitlesel üretim, bol ürün, yüksek ücret, her aileye bir ev bir araba ile Amerikan rüyası tarifleri yapıldı. 

Peki bu muydu işin aslı? 

Elbette değil. Bir kere seri ve kitlesel üretim denen şey, her vatandaş araba sahibi olsun diye değil, otomotiv sektörü ve diğer imalat sektörleri ürünlerinin pazarlarını oluşturabilsin, kapitalist sistem, dağıtımda ve malların paraya dönüşümünde bir tüketim kurgusu oluştursun diye parlatıldı. Nitekim, yeni bir sermaye birikim düzeni sunuluyordu, hızlı bir giriş gerekliydi.

Patronların reklam ve pazarlama görevlileri, 20. yüzyıl başında bir süre sadece, toplu ulaşım çok daha verimli ve akılcı bir yöntem iken, durduk yere, bireysel otomobil sahipliğinin bir ihtiyaç olduğunu topluma kabul ettirebilmek için kafa patlattılar. Temel gereksinimlerin karşılandığı bir toplumsal kurgunun değil, bireysel “tüketim özgürlüğünün” ve bunun gibi daha bir sürü ıvır zıvır “serbestliğin” “fırsatlarını” sunan bol yıldızlı ABD göklere çıkarıldı.

Can alıcı kısmı ise sona sakladım. 

Ford’un gündelik işçi ücretlerini zıplatan cüretli kararı aslında bir ticari öngü ile değil, zorunluluktan alınmıştı bu bir. Hareketli montaj hattı, sürekli ve kitlesel üretim baskısı işçileri tam da Chaplin’in filminde gösterdiği gibi amansızca yıpratıyordu. İşgücü devri çok yüksekti, kapitalist üretimde çığır açan seri üretim canavarı, işçileri düpedüz harcıyordu. Cesur yeni Dünya, Amerikan Rüyası falan iyi hoştu da, işçi olmadan olmuyordu!

İkincisi, gündelik işçi ücretinin iki katın üzerine çıkarıldığı falan da yoktu. Hani patronların şu reklam altına karınca duası misali ufacık dipnotla gerçek bilgiyi iliştirme yöntemi vardır ya, bu kötü kurnazlığın da mucidi Ford olsa gerek. Nitekim, o koca puntolu 5 dolar gündelik ücret ilanının altında, aslında günlük 2.25’lik ücretin üzerine 2.70’lik kısmı sadece üretim hedefini aşanların, “bonus” olarak alacağı yazıyordu. Yani, aslında Ford işçilere ücret artışı yapmıyor, fazladan ve en az şirketin hedeflediği miktarı karşılayacak kadar çalışmanın karşılığını ayrıca vereceğini söylüyordu. Hayal taciri!

Sonra ne mi oldu? Ne olacak, histerik sermaye düzeni 20. yüzyıl ortalarında yine büyük buhranlara düştü, patronlar ayılıp bayılırken olan işçi sınıfına oldu. Kitlesel seri üretim mucizesi, emekçi sınıflara dönük seri saldırıların failine dönüştü.

İşte biz bu ve bunun gibi daha nice tarihsel gerçek biliyoruz da diyoruz: emekle sermaye, işçiyle patron, üretenle sömüren, ezilenle ezen, birbirine benzemez, bir olmaz, anlaşmaz, uyuşmaz, uzlaşmaz. 

Tersine örnek gösterebilecek var mı?