'Masa başı seçim aritmetiği hesaplarıyla ulaşılan meclis aritmetiğinin uzantıları olan iç çatışmalar birden çok partide patlak verecektir.'

Belli olanlar ve olacaklar, bir de yeni ufuklar

Yaşadığımız zamanda seçim dolayısıyla belli olanların yanı sıra üç beş gün sonra olacaklardan söz etmek ne kötü! Böyle bir kötülükten kaynaklanan bir yazı, ne biri, birçok yazı yazmak zorunda kalmak daha da kötü!

Böyle kötülüklerle başlayan bir yazıyı okumaksa, herhalde, hepsinden kötü olmalı. Ne yapalım ki, her şey iyi ya da güzel olmuyor.

Bugünden belli olanların ilk sıralarında yer alanlardan biri şu: Karşı tarafa, kavga ettiğin, ya gerçekten öyle sandığın ya da başkalarını aldatmak için kavga ettiğin izlenimi yaratmaya çalıştığın tarafa benzeyerek kavga kazanılmıyor. Kazanmak şöyle dursun, kavgada karşı tarafı destekleyenlerin sonucu etkileyecek bir bölümünü yanına çekmek bile mümkün olmuyor; belki bir zaman gelir, mümkün olur; devam etsinler. “Umut fakirin ekmeği, ye Memet ye!”

Somutlaştırırsak, kırk yılın dincisi dururken, sonradan din iman gösterisi yapan umduğu kadar inandırıcı olamıyor. Ayrıca, daha önemlisi, dincilik her neye deniyorsa, insanların inanışlarıyla çok az ilgilidir, asıl ilişki çok daha maddi bağlantılarla kurulur ve zaman gerektirir.

Bunun böyle olduğu zaten bilinmek ve yeniden anlaşılmakla birlikte, 14 Mayıs sonrası günlerde milliyetçiliğin ne kadar etkili, yetkili, önemli olduğu acı acı hatırlanmış olmalı ki, o cenahın içeriden/dışarıdan, tanınmış/tanınmamış yüzleriyle yarışa, yarışın ötesinde iş ve güç birliğine giriliyor. Şimdi gel de o sözü hatırlama, biraz değiştirerek söyleyelim: Düzen siyasetinin çarşısına pirince gidilirken evdeki bulgurdan olmak var; unutuluyor.1

Şimdiden belli olanlardan bir başkası da şu hile hurda konusu. Seçimler ile hile hurdanın öyle 14 Mayıs’ın ardından ortaya çıkmadığına, çok daha eski ve her zaman şu ya da bu ölçüde yaygın olduğuna, bu yaygınlığın kapitalizmin demokrasilerinde sadece açık seçik görünür olma ya da az çok ustalıkla gizlenme bakımlarından coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösterdiğine geçen haftaki yazımda değinmiştim. Şimdi belli oldu dediğimse, hile ile seçimin ayrılmazlığı bu derece belirginleşirken, genellikle düpedüz yasal değişiklikler yoluyla gerçekleştirilen sürecin hiçbir aşamasında ortalığı ayağa kaldırmamış, ayağa kaldırmak bir yana doğru dürüst bir direniş göstermemiş olan muhalefetin, iş işten geçtikten sonra vıdı vıdı etmeye başlaması. İtirazın, birkaç acar gazeteci sayılmazsa, vıdı vıdı düzeyinde kalmaya devam etmesi de en yüksek olasılık.

Fatih Yaşlı, iki gün önce burada, neredeyse bilinen bütün sıfatlar kullanılarak önemi yükseltilen seçimler dolayısıyla düzen muhalefetinin yapıp ettiklerini pek güzel özetleyen bir cümle yazdı:

“(…) ‘onlara yarar’ diye yapılmayan her şey onlara yaradı, ‘oyuna gelmeyelim’ diyerek girişilmeyen her şey oyuna gelmek anlamına geldi. Sokaktan, halktan, toplumu gerçek bir kutuplaşmaya götürmekten uzak, düzen içi dahi olsa radikal bir stratejinin izlenmemesinin sonucu bu oldu.”

Zaten az çok bilinmekle birlikte 14 Mayıs seçimleriyle birlikte iyice belli olanların ardından, 28 Mayıs’tan hemen ya da bir süre geçtikten sonra belli olacakların bazılarına değinilebilir.

Bir kez, dincilerle dincilik, dindarlık, inançlara hörmet, her ne denirse, bunları yarıştırmanın çıkar yol olmadığının yanı sıra, yılların azgın milliyetçileriyle milliyetçilik yarıştırmanın da pek işe yaramadığı herhalde belli olacaktır. Yüksek bir olasılıktır.

İkincisi, masa başı seçim aritmetiği hesaplarıyla ulaşılan meclis aritmetiğinin uzantıları olan iç çatışmalar birden çok partide patlak verecektir. Bu da üç aşağı beş yukarı bellidir.

Üçüncüsü, sonuç ne olursa olsun, derece ya da şiddet farkıyla, çürümüş bir düzenin ibretlik gösterisi başlayacak ve şu anda kestirilemeyen bir süre boyunca devam edecektir. En kötü etkileneceği kesin olan emekçi halkımız, başka bir anlatımla, kendimiz olmasaydık, eğlenceli bir seyirlik bizi bekliyor, diyebilirdik.

Fatih’in yukarıya iki cümlesini aldığım yazısı şöyle bitiyordu:

“Bu ‘kimlikçi’ yükselişin karşısında ise elimizde sınıf siyaseti dışında başka bir seçenek bulunmuyor. Türkiye halkının ve işçi sınıfının siyasete dahil olmadığı her tablo sağın farklı renklerinin karanlığını daha da büyütmekten daha da koyultmaktan öte bir sonuç yaratmıyor. Bunu görmek, buna uygun bir şekilde hareket etmek gerekiyor.”

Güzel olmasına güzel de hemen izleyen soru belli: Nasıl?

Yazımın başlığında “bir de yeni ufuklar” sözcükleri vardı. Sorunun yanıtına buradan gidilerek ulaşılabilir. Bu da üstü kapalı bir anlatım, kuşkusuz. Nedeni şu: Kendi kafanda yeterince açıklığa kavuşturamadığın sorunları ya da konuları apaçıkmış gibi sunmak, vulgarizasyonun tanımıdır. Türkçede kabalaştırma diyoruz. Vulgarize etmiş olmamak için böyle yazmak durumundayım.

Madem habire seçim deyip duruyoruz günlerdir, yeni ufuklarda olması gerekenlerden birini
de bu bağlamda ele alalım. Kısaca, elbette.

Dünya devrimlerinin tarihinde devrimciler ile örgütlerinin seçime katılma ya da katılmama kararlarının önemli bir yeri vardır. Katılmamaya “boykot” denilmiştir ve geçen yüzyılın başlarında bunun “etkin (aktif)” ve “edilgin (pasif)” olanları ayırt edilmiştir. Hiç önerilmemiş olan ikincisinin aşırı ucunda, günümüzün deyişi ile, sandığa gitmeme bulunur. İlki ise boykotun gerekçeleri ile yapılması gerekenlerin neler olduğunun yapılabilen en etkili biçimlerde emekçi kitlelere ulaştırılması koşuluyla açıklanıp savunulmuştur.

Bu noktada günümüze ve ülkemize gelerek, şöyle bir ek yapabiliriz: O zaman boykot gerekçesi olarak ileri sürülenler, benim artık bir belit (aksiyom) olarak anlaşılması gerekir dediğim seçimlerle hile hurdanın ayrılmazlığı saptamasından, seçimlerin yapıldığı koşulların ağırlığı ve emekçi halka sağladıkları bakımından çok da farklı değildi.

Bununla birlikte, bir seçim boykot edilirken, ondan çok da uzun süre geçmeden yapılan bir başkasında boykota karşı çıkıldığı çokça görülmüştür. Gerekçe, bu tür durumlar için bir bakıma tartışma dışı açıklama ile, “somut durumun somut tahlili” olmuştur. Böyle istihza yollu yazışımdan bu gerekçe açıklamasını önemsemediğim anlamı çıkmasın. Tersine, çok yerindedir ve hâlâ geçerlidir.

Tamam ama, şöyle bir soru da aklıma takılmıyor değil doğrusu: Bunlar nasıl somut durumlardır ki, tahlil edildiğinde hep aynı sonuç ortaya çıkıyor ve ne zaman bir seçim yapılsa bütün devrimciler sandıkta kuyruk oluyorlar?

  • 1. Bu satırları yazdıktan biraz sonra, HDP-YSP yetkililerinin basın toplantısını izledim. Burada yazdığımı değiştirme gereği duymadım. İki nedenle: Önceden hazırlanmış metinde, Erdoğan’dan ve “saray rejimi”nden kurtulma istek ve hedefi açık açık vurgulanıyor, ama Kılıçdaroğlu adı bir kez bile geçmiyordu. Ardından kısa konuşmalar yapan dört yetkili de aynı vurguyu yinelemekle birlikte, bu hedefi gerçekleştirmenin şu andaki tek yolu olan öteki adayın adını hiç anmadılar; sanki Erdoğan’a mühür basmamak yetiyordu. O politikacılardaki, çok da haksız sayılamayacak, bir tür kırgınlığın işareti olarak görülebilir mi? Çok zorlama bir yorum, diyenler çıkabilir. Yazdıklarımı değiştirmeyişimin birinci nedeni bu oldu. Ama ikicisi ve asıl önemlisi, aynı kırgınlığı yaşayabilecek seçmen kitlelerinin hiç değilse bir bölümünde, “Madem öyle, ne haliniz varsa görün!” tepkisinin ürünü bir oy kullanımının önü açılır mı? Kendilerini seçim aritmetiğinin ustası sanarak parlamentoda sağcı-gerici politikacıların mutlak çoğunluğuna yol açtıktan sonra, bir de, herkesi kapsama kıvraklığının ardından koşmanın doruğuna çıkanlar düşünsün.