Ne ülkemiz NATO’ya, ne biz bağımsızlığı bir ilke olarak benimseyemeyen siyasetçilere mahkumuz. Sermaye düzeninden kurtulduğumuzda, tam bağımsızlık mümkün.
Ne zaman Türkiye’nin emperyalist ülke ve kurumlarla ilişkisi ciddi biçimde tartışmaya açılsa, birileri mutlaka “Türkiye’nin ulusal çıkarları konusunda stratejik düşünmekten” falan bahsetmeye başlar. Örneğin Türkiye’de düzen siyasetinin sağcısı da solcusu da; muhafazakârı da liberali de sosyal demokratı da Türkiye’nin NATO üyeliğinin ulusal güvenlik açısından çok büyük bir stratejik kazanım olduğunu savunur. Tamam Amerika emperyalisttir falan ama buna takılmamak gerekir, “büyük resime” baktığınızda Türkiye NATO üyeliğinden kazançlı çıkmaktadır.
Bunu savunan AKP veya MHP’lileri başka bir konuda tartışırken kolaylıkla kendi siyasetlerinin yerli ve milli, muhalefetin ise kökü dışarıda emperyalist uşağı olduğunu savunurken görebilirsiniz. Benzer biçimde, konu vatanın bağımsızlığı olduğunda mangalda kül bırakmayan bir sürü CHP’li, parti programlarının neredeyse NATO’dan daha NATO’cu olduğundan bihaber gibi davranmaktadır.
Bunu bir ibret örneği olarak alıntılayıp, öyle geçmek istiyorum. Daha ilk paragrafında partinin kökeninin “emperyalizme karşı ulusal başkaldırı”da olduğunu söyleyen CHP programı1 diyor ki, CHP;
- NATO’nun, yeni üyelerin katılımıyla uluslararası alanda güvenlik ve istikrarın sağlanmasına daha büyük katkıda bulunması gerektiğini düşünmekte (sayfa 120),
- Amerika ve diğer NATO müttefiklerimizle karşılıklı saygı, dayanışma ve işbirliğine dayanan ilişkiler geliştirilmesini desteklemekte (Sayfa 127),
- NATO örgütüyle ilişkilerimizin güçlendirilerek devam etmesini; NATO’nun caydırıcı bir güç olarak, barış ve istikrarın sürdürülmesine yönelik görevini etkin olarak yerine getirmesine ve günümüz koşullarında konumunun yeniden belirlenmesine aktif katkımızın sürdürülmesini amaçlamaktadır (Sayfa 128).
Peki, bütün bu tutarsızlıklar genel anlamda ilkesizlikten mi kaynaklanıyor?
İnceleyelim…
***
Siyaset, toplumun işleyişini etkilemeye yönelik amaçlı ve örgütlü eylemdir; dolayısıyla her siyasi özne mutlaka kendini tanımlayan bir varoluş amacına sahiptir. Bu varoluş amacı, bir yanda öznenin eylem ilkelerini, yani kırmızı çizgilerini belirler; diğer yanda amacı gerçekleştirmek için yürütülecek genel stratejiye, ara hedeflere yönelik özel stratejilere ve siyasetin gündelik akışında stratejik doğrultuyu korumak için atılacak taktik adımlara temel teşkil eder.
Öte yandan öznenin eylem olanakları sınırsız değildir; yani özne sadece siyasi amacının kendisine koyduğu kırmızı çizgilerle değil, nesnelliğin gri çizgileriyle de sınırlıdır. Dolayısıyla bir siyasi amaca sahip olunduğunda, bununla birlikte bazı ilkelerin gözetilmesi imkânsız hale geliyor olabilir.
Konu düzen siyaseti olduğunda, varlık amacı nadiren açıkça ifade edilir. Örneğin CHP’nin varlık amacı, en azından “ortanın solu” yıllarından bu yana “Türkiye kapitalizminin, devrimci bir krize girmemesini ve istikrarlı biçimde gelişmesini sağlamak”tır. AKP’ninki ise “Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarının ilerlemesi ile Türkiye’nin İslamileştirilmesini genel olarak birbirine koşut hale getirmek ve her yeni durumda ikincinin birincinin en elverişli yolu olmasını sağlamak”tır.
Farkındaysanız, bu iki amaç da bazı durumlarda, kısa ya da uzun bir dönem boyunca bağımsızlıkçı bir strateji izleyebilir. Ama ikisi de Türkiye’nin bağımsızlığını bir kırmızı çizgi olarak tanımlayamaz.
***
Bunun ötesinde, kapitalizm ile ulusal bağımsızlık arasında en iyi tabirle sorunlu bir ilişki vardır. Her burjuva devrimi, öncelikle bir coğrafyayı siyasi açıdan bağımsız, yani bu coğrafyanın burjuvalarının bu coğrafyadaki emek ve doğal kaynaklar üzerindeki tasarrufunun (dünyanın geri kalanındaki burjuvalar karşısında) mutlak öncelikli olduğu bir hale getirmeye çalışır. Ne var ki piyasa ekonomisi daima sermaye kârlılığı amacı doğrultusunda işler ve buna bir kırmızı çizgi olarak ulusal sınırlar çizmek uzun erimde pek mümkün değildir. Sermaye biriktikçe ulusal pazar ona dar gelecek, dolayısıyla çıkarlarını başka ülkelerde de aramaya başlayacak, ulusal sınırlar buna engel teşkil ettiğinde de sınırları ihlal edecektir.
Sermayenin ürettiği malların ve daha önemlisi finansal olarak bizzat kendisinin olabildiğince serbest dolaşımını imleyen “Küreselleşme” ideolojisinin ana fikri, bu ihlallerin güzellikle olmasını sağlayacak bir uluslararası bağımlılık ortamının oluşturulması ve sürekli kılınmasıdır. Zira, kapitalizmin görece erken dönemlerinde Fransız liberallerinden Frédéric Bastiat’nın vurguladığı üzere, “malların geçmediği sınırlardan askerler geçer.”
Dolayısıyla kapitalist dünya sisteminde bir ülkenin bağımsızlığı, başkalarını kendisine ne kadar bağımlı kıldığına bağlıdır. Ülkesinin bağımsızlığını isteyen ama özel mülkiyet düzenini hiç sorgulamayanların er ya da geç yayılmacı bir milliyetçi ideolojiye varmalarının sebebi budur. Dünyanın hiçbir ülkesinde kelimenin gerçek manasıyla bir “ulusal zenginliğin” olmadığı, her ulusun ulusal zenginliğinin esasen o ulusun egemen sınıfının bireysel zenginliklerinin toplamı olduğu, tüm bireysel zenginliklerin de birbiriyle rekabet halinde olduğu bu ortamda ne bireyler ne de ülkeler eşit olabilir.
***
Türkiye’nin kuruluşunda bağımsızlık Kemalistler tarafından bir kırmızı çizgi olarak tanımlanmış, bu çizgiye uymayan unsurlar (örneğin geçen haftaki yazımızda değindiğimiz Halide Edib gibi Amerikan mandacıları) devrimden dışlanmıştır.
Bu kırmızı çizgi, bir yanda cumhuriyetin kuruluş sürecini tamamlayabilmesini sağlamıştır. Bu coğrafyada bağımsız cumhuriyet niteliğinde olmayan herhangi bir siyasi yapı en geç 2. Dünya Savaşı’nda parçalanırdı. Öte yandan bu kırmızı çizgi, Türkiye sermaye sınıfının gelişim sürecinde ona daima ayak bağı olmuş; 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren tüm hükümetler bu çizginin önce ekonomik, giderek de politik olarak esnetilmesi, nihayetinde de lağvedilmesi yönünde faaliyet yürütmüştür.2
***
Burjuva siyasetçileri için bağımsızlık, ülkenin kuruluşunun ötesinde bir kalıcı ilke olamaz. Komünistler için ise bağımsızlık daima bir ilkedir. Komünistler dünyanın her yerinde, kendi ülkelerinin ve tüm ülkelerin bağımsızlığından, hiçbir ülkenin bir başkası üzerinde tahakküm kurmamasından yanadır. Özel çıkarları ortadan kaldıracak ve toplumsal çıkarları siyasetin tek önceliği haline getirecek olan sosyalist devrimi bunun için de isterler.
Türkiye’de de bu farklı değildir. Sağcıların tüm iddialarının aksine Türkiye tarihi boyunca komünistler daima ülkenin bağımsızlığından yana olmuş, kimse “ne yapsak da Türkiye’yi Sovyet Rusya’ya bağlasak” diye düşünmemiştir. Ama bilhassa 1950’lerden itibaren Türkiye kapitalizmi ABD emperyalizmine yamanırken, komünistlerin en önemli sloganlarından biri “tam bağımsız Türkiye” olmuştur.
Mesela Nâzım Hikmet. 17 Haziran 1951’de Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne kaçtı. Gittikten sonraki ilk şiirlerinden biri aynı yılın 9 Ekiminde yazdığı “Seni Düşünüyorum”dur. Nâzım’ın düşüncelerinin bir kısmı şöyledir:
Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim,
İstanbul'um,
seni düşünüyorum.
Oturmuşun deniz kıyısına,
bakıyorsun limana giren Amerikan zırhlısına.
Hastasın, açsın, öfkelisin.
O da bakıyor sana,
hem de nasıl,
efendinmiş,
patronunmuş,
sahibinmiş gibi itoğlu it.3
***
İşte bu yüzden, bir Amerikan savaş gemisi gelip de İzmir limanına demirlediğinde, ona ilk ve en ciddi tepkiyi komünistler veriyor. Ve komünistler bu tepkiyi başkaları gibi bir stratejik veya taktik hesapla değil; ilkelerinden biri antiemperyalizm ve yurtseverlik olduğu için veriyorlar. Türkiye’nin NATO üyesi olmasını da, NATO’nun varlığını sürdürmesini de aynı sebepten istemiyorlar. Çünkü hem her kapitalist bloklaşma bir emperyalist tahakküm biçimidir, hem de kapitalist bloklaşmalar savaşı önlemez, yalnızca yaşandığında daha geniş çaplı ve yıkıcı olmasına neden olur.
NATO üyeliği de aynı nedenle Türkiye’yi korumuyor, aksine savaş ihtimalinin her gün daha yakın hale geldiği dünyamızda çok daha büyük bir tehlikeye atıyor.
Bu yüzden, eğer ülkenizi seviyorsanız, size “stratejik derinlik”ten, “büyük resim”den bahseden, “dünyanın düzeni böyle, biz de milli çıkarlarımıza göre hareket ediyoruz” diye bilgiçlik taslayanlara kulak asmayın. Onların “milli çıkar” dediği, zenginlerin çıkarı. Onların ulusal güvenlik dediği, zenginlerin servetinin güvenliği. NATO üyeliği, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılık zincirinin birinci halkasıdır ve zincir o halkadan başlayarak kopartılacak.
Türkiye’nin tam bağımsızlığından yanaysanız, Türkiye Komünist Partisi’nin Amerikan savaş gemisine karşı yaptığı eylemlere katılın. İçinde komünistlerin de bulunduğu Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısıyla 15 Eylül’de başlayacak olan NATO karşıtı kampanyaya destek verin.4 Bu kampanyanın bir parçası olarak hem çevrimiçi açılan hem de İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nden başlayarak ülkeyi gezecek olan “NATO'ya ve Savaşa Karşı Sergi”yi ziyaret edin.5
Ne ülkemiz NATO’ya, ne biz bağımsızlığı bir ilke olarak benimseyemeyen siyasetçilere mahkumuz. Sermaye düzeninden kurtulduğumuzda, tam bağımsızlık mümkün.
- 1. https://content.chp.org.tr/1d48b01630ef43d9b2edf45d55842cae.pdf.
- 2. Bunu başka bir yerde detaylı tartıştım, burada uzatmayacağım: “Cumhuriyetin ölümü kimin çıkarınaydı?”, Gelenek 161, Kasım 2023, https://gelenek.org/cumhuriyetin-olumu-kimin-cikarinaydi/.
- 3. Nâzım Hikmet, “Seni Düşünüyorum”, Yeni Şiirler (Şiirler 6), 20. Baskı, Adam Yayınları, 2000, s.12. Yeri gelmişken, solcu geçinip Nâzım’a düşman olanların hepsi, öncelikle ve en fazla onun yurtseverliğine düşmandır.
- 4. https://x.com/THalkMeclisi/status/1831000170000957449.
- 5. https://natoyakarsisergi.org.tr/