"Aylan bebeği öldürenin sermaye düzeni ve onun uluslararası işleyiş mekanizmaları olduğunu biliyorsak onun intikamını cihatçı katil sürülerinin alamayacağını da biliyoruz demektir."
Yıl 2015… Suriye’ye yönelik uluslararası yıkım siyaseti zirveye varmış, milyonlar mülteci olarak yollara düşmüş, Ege’de, Akdeniz’de tekneler batıyor, savaştan kaçmayı başaranlar denizde boğularak ölüyor.
Onlardan biri Aylan Kurdi isimli 3 yaşında bir çocuk. Muğla’dan Yunanistan’ın Kos adasına geçmeye çalışan 16 kişinin içine bulunduğu bir lastik botun batması sonucunda kısacık ömrü son buluyor ve minik bedeni sahile vuruyor.
Yıl 2024… Suriye düşmüş, Şam fethedilmiş, Emevi Camii’nde namaz kılınmış, cihatçılar ve yerli uzantılarının sevinci büyük. Sosyal medya hesaplarından birinde Aylan bebeğin ölü bedenini yapay zekayla diriltiyorlar ve üstüne “Kalk aslanım Kalk. Abilerin öcünü aldı” yazıyorlar.
Siyasal İslam bitimsiz bir riyakarlık biçimidir, arsızlığına, iki yüzlülüğüne ve yalanlarına kimse yetişemez; o yüzden İslamcılar ölümünden doğrudan sorumlu oldukları Aylan bebeğe de sahip çıkabilirler, abisi olup onun intikamını da alabilirler. Oysa bu riyakarlık ve yalan saltanatına karşı hakikat kayıtsız şartsız bir şekilde savunulmalı, Aylan’ın ve onun gibi milyonların evinden barkından olmasının, yollara düşmesinin, ölmesinin, yitip gitmesinin hikayesi dürüstçe, açıkça anlatılmalı, koca bir ülkenin yakılıp yıkılmasının tarihi nesilden nesle anlatılmalıdır.
***
Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla başlayan ve kısa sürede bütün bir Arap coğrafyasına yayılarak “Arap Baharı” adını alan halk isyanları kuşkusuz hem haklı hem meşruydu. Ancak bu isyanların bir öncüsü, bir programı, yaslandığı bir dünya görüşü yoktu. Dolayısıyla isyanlar kısa sürede bölgedeki en örgütlü güç olan İslamcılar tarafından, özellikle de Müslüman kardeşler tarafından çalındı, bölgede ardı ardına İhvan iktidarları kuruldu.
AKP Türkiye’si tam da o esnada Osmanlı hayalleri görmeye başladı. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı uydurma tezlerine hilafet hayalleri eklendi. ABD’de Obama-Hillary Clinton ikilisi iş başındaydı, İslamcılara taşeron rolünü verdiler, Angelina Jolie imaj çalışması için Türkiye’ye geldi, daha Suriye’de ne olacağı dahi belli değilken Suriye sınırına mülteci kampları kurulmaya başlamıştı bile.
Ancak kurulan kamplar sadece mülteciler için değildi; ABD’yle imzalanan eğit-donat programı kapsamında cihatçılar için de kamplar kuruldu sınır boyunca. Buralarda binlerce terörist yetiştirildi ve Suriye’nin üzerine salındı. ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Yeni-Osmanlı… “Suriye’nin dostları” iş başındaydı, sürgünde hükümetler, bakanlar, başbakanlar, devreye sokuldu, Suriye’yi “özgürleştirme” operasyonuna yedi düvel dahil olmuştu.
Şehirler arka arkaya düşse de ağır kayıplar verilse de yine de direndi Suriye halkı. Özgürleşme denilen şeyin cihatçıların kafa kesme özgürlüğü olduğunu anlamışlardı, “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” sloganını boşuna atmıyordu cihatçılar, hayallerini ve yapacaklarını anlatıyorlardı. İşte o noktada kendi jeopolitik çıkarları adına Rusya girdi devreye. Zaten Hizbullah ve İran da bir süredir sahadaydı. Direniş büyüdü, ordu toparlandı, Halep geri alındı ve cihatçılar İdlib’e doğru sürüldü.
Cihatçıların Şam’ın fethi ve Emevi Camii’nde namaz kılma hayalleri suya düşmüştü ama bunun bedeli çok ağır olmuştu. Yakılıp yıkılan şehirler, çöken altyapı, ekonomik kriz, milyonların mülteci olarak yollara düşmesi, kritik şehirler merkezi yönetimin elinde kalsa da ülkenin fiilen üçe bölünmesi…
Tüm bu zorluklara rağmen Suriye halkı cihatçıların kontrolünde olmayan kentlerde az da olsa nefes aldı, hayat kısmen de olsa normale döndü, ta ki 7 Ekim saldırısının ardından bölgedeki bütün dengeler değişine ve ABD-İsrail ikilisi yeni bir yıkım politikasını devreye sokana kadar.
İsrail, ABD’yi ve bütün bir Batı’yı arkasına alıp Gazze’de soykırım yaparken, Filistin defterini ebediyen kapatacak bir planın da peşine düşmüştü. Bunun için önce Lübnan cephesi açıldı ve patlatılan çağrı cihazlarından Nasrallah’ın öldürülmesine uzanan bir ölçekte Hizbullah’a ağır kayıplar verdirildi. Ancak kara savaşında istenilen sonuç alınamadı, İsrail ordusu Lübnan sınırından içeriye karadan girip tutunamayacağını fark etti. Netanyahu’nun ABD’nin bastırmasıyla ateşkesi imzalamasının ardından Esad’a yönelik tehdidi ise Suriye’de yaşanacakların bir işaretiydi.
Suriye’de Hizbullah savaşçılarının İsrail’le savaşmak için ülkelerine dönmelerini fırsat bilen HTŞ, ABD, İngiltere ve İsrail’in desteği, yeni-Osmanlıcıların da onayıyla aylardır bir huruç harekatına hazırlanıyordu. Suriye yönetiminin, İran ve Rusya’nın ise gelmekte olanı görmekle birlikte buna karşı hiçbir şey yapamayacağı kısa sürede anlaşıldı, önce Halep ve ardından diğer şehirler kağıttan kuleler gibi yıkıldı.
Bu ise sadece cihatçılara karşı alınmayan askeri tedbirlerle ilgili değildi tek başına; Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin yokluğunda emperyalizmle kurulan ilişkinin mahiyetiyle ilgiliydi. Suriye, İran ve Rusya emperyalizmle özsel bir dertleri olmadığı, ona alternatif olabilecek ekonomik, politik ve toplumsal bir düzen inşa etmenin çok ama çok uzağında oldukları için Suriye sahasında yenildiler. Açıkça söyleyelim savaşın Suriye muharebesini emperyalizm ve Siyonizm kazandı.
Emperyalizmin ve Siyonizm’in kazandığı her zafer, insanlığa karşı kazanılmış bir zaferdir. Şimdi Suriye topraklarında ABD-İngiltere-İsrail himayesinde yeni bir Afganistan kurulacak, yıllar önce Sovyetler’e karşı icat edilen cihatçılık Afganistan’dan sonra bir de Suriye’de devlet sahipliğine erişecek. Buradan dünyanın dört bir yanına cihatçılık ve cihatçı ihraç edilecek ve elbette ki bu ihracın en büyük pazarlarından biri ülkemiz olacak. Yanı başında Afganistan olan bir coğrafya kaçınılmaz olarak Pakistan’laşma riskiyle daha yoğun bir şekilde karşı karşıya kalacak.
Siz bakmayın iktidar cenahındaki sevinçle muhalefet cenahındaki aymazlığa. Suriye’nin düşmesiyle birlikte Türkiye tarihinin en kırılgan dönemlerden birine, varoluşsal bir tehdit dönemine giriyor. Bunu herhangi bir devletçi/güvenlikçi paradigma üzerinden değil, halk olarak bu topraklarda yaşamaya devam etmeye yönelik irademiz bağlamında söylüyorum. Tehdit doğrudan bize, Türkiye halkına, bunu görmek ve buna göre politik bir hazırlık yapmak gerekiyor.
***
Bu tehdide karşı hazırlanmak emperyalizmin ne olduğunu bilmekten, nasıl çalıştığını anlamaktan geçer. Türkiye’nin sermaye sınıfıyla yönetici sınıfı bütünüyle emperyalizme bağımlı bir karakter taşıdığı için emperyalizme karşı mücadele Türkiye’nin sermaye düzenine yönelik mücadeleden ayrıştırılamaz. Bunu görmeyen bir anti-emperyalizmin ise en ufak bir sahiciliği yoktur. Aylan bebeği öldürenin sermaye düzeni ve onun uluslararası işleyiş mekanizmaları olduğunu biliyorsak onun intikamını cihatçı katil sürülerinin alamayacağını da biliyoruz demektir. Aylan Kurdi’nin intikamını almak, onu paranın saltanatının öldürdüğünü görmek ve o saltanata karşı mücadele etmek demektir. Bu ise bir gün kitleler halinde sınır kapılarından kaçmaya çalışan mültecilere dönüşmeme, bu topraklarda eşit ve özgür bir şekilde yaşayabilme iradesidir aynı zamanda. İhtiyacımız olan şey bu iradeyi halklaştırmak, halkın iradesi haline getirmektir.