... demokrasiyi “ayaktakımının iktidarı” olarak savunmak, yani onu kaybettiği sınıfsal özüne geri döndürmek, sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirmek zorundayız.

Ayaktakımının iktidarı

Başka birçok kavram gibi demokrasi de antik Yunan uygarlığının insanlığa bir hediyesi. Ancak demos (halk) ve kratos (iktidar) sözcüklerinin bileşiminden ortaya çıkan bu kavramın çağrıştırdıklarına antik Yunan filozoflarının pek iyi gözle bakmadıklarını biliyoruz. Örneğin hem Platon hem de öğrencisi Aristo için demokrasi “ayaktakımının iktidarı”dır ve “yanlış”, “yozlaşmış” bir yönetim biçimidir.

Platon da Aristo da elbette ki mülk sahibi sınıflar adına konuşmaktadırlar ama demokrasiyi tarif ediş biçimleri mükemmeldir; çünkü demokrasi sahiden de “ayaktakımı”nın, alttakilerin, mülksüzlerin, yani geçinebilmek için emek gücünü satmaktan başka şansı olmayanların, modern anlamıyla söyleyecek olursak proletaryanın iktidarıdır.

Demokrasiyi proletaryanın iktidarı olarak tarif etmem ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir; çünkü günümüzde demokrasi kadar kirletilmiş az kavram vardır ve bunun da müsebbibi kapitalizmdir; çünkü kapitalizm demokrasiyi bir illüzyon, bir yanılsama haline getirmiş, bu “kendi kendini yönetme” illüzyonu sayesinde halkı kendi kaderi üzerinde söz söyleyemez kılmış, siyasal karar alma süreçlerinin dışında bırakmıştır.

Kapitalizmin ideal demokrasi anlayışı olarak liberal demokrasi, kuşkusuz düşünce, ifade, örgütlenme gibi özgürlükleri tanır, temel hak ve özgürlüklerin sınırlarını geniş bir şekilde çizer, bireyi siyasal otorite karşısında güvence altına alan hukuki bir altyapı kurar. Bunlar sayesinde de kendisinin “mevcut siyasal rejimlerin en iyisi” olduğunu öne sürer ve alternatifsizlik iddiasında bulunur.

Kapitalizmin meşruiyeti de tam olarak bunun üzerinden üretilir; demokrasinin kapitalizm sayesinde var olduğu, bu ikisi arasında varoluşsal bir ilişkinin bulunduğu öne sürülür. Buna göre, kapitalizm demokrasi olmadan, demokrasi de kapitalizm olmadan yaşayamaz. Bu ikisi arasındaki bağlantıyı sağlayan şey ise özel mülkiyettir; kapitalizmin ve liberal demokrasinin ideologlarına göre, demokrasi ancak özel mülkiyetin güvence altına alınmasıyla mümkündür, eğer bir yerde özel mülkiyet hakkı ortadan kaldırılmışsa orada demokrasi de yoktur.

Peki az önce sözünü ettiğimiz “illüzyon”, “yanılsama” tam olarak nerededir?

Birincisi, kapitalizmle demokrasi arasında varoluşsal bir ilişki olduğu yönündeki iddia bütünüyle temelsiz ve ideolojiktir. Kapitalizm, kendiliğinden üzerinde demokrasinin yükselmesine yol açan bir üretim tarzı değildir ve demokrasi olmadan da gayet iyi işleyebilir. Dünya üzerinde liberal demokrasiyle yönetilmeyen çok sayıda kapitalist devlet vardır ve kapitalizm buralarda gayet “sağlıklı” bir şekilde yoluna devam etmektedir.

Peki gelişmiş kapitalist ülkelerin aynı zamanda en demokratik ülkeler olmasını nasıl açıklayabiliriz, bunun nedeni ne olabilir?

Bunun nedeni tam olarak o ülkelerin kapitalistleşme süreçlerine erken girmelerinde aranmalıdır; bu sürece erken giren ülkelerde çok geçmeden işçi sınıfı ortaya çıkmış ve işçilerin çalışma saatleri üzerinden başlayan hak arayışları, yani sınıf mücadelesi, beraberinde demokrasiyi de getirmiştir. Yani demokrasi, sermaye sınıfının halka bir lütfu değildir; farklı ülkelerin işçi sınıflarının çok zorlu, kanlı, ağır ve yüz yıldan fazladır devam eden mücadelelerinin bir ürünüdür.

İkincisi, liberal demokrasinin “istikrarı”, Batı toplumlarının belli bir refah seviyesini korumasına bağlıdır ve o seviyede kalınabilmesi için dünyanın Batı dışı coğrafyalarının yoksul kalmaya devam etmesi gerekmektedir.

Kapitalizm sadece ulusal sınırlar içerisinde eşitsizlik üretmez, bunu uluslararası ölçekte de üretir; yani Batı’nın zenginliği geriye kalanların yoksulluğundan geçmektedir ve bunun için hem ekonomik hem siyasi mekanizmalar kullanılır. Diğer ülkelere sermaye ihracından tutun da diktatörlüklerle iş birliğine, o ülkelerin pazarlarının kontrol altına alınmasından tutun da askeri darbelere uzanan bir genişlikte, bağımlılık ilişkileri sürekli yeniden üretilir. Bu üretim mekanizmasının adı ise emperyalizmdir. Dolayısıyla liberal demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için emperyalist mekanizmanın da sağlıklı bir şekilde işlemesi gerekir.

Ve üçüncüsü, liberal demokrasi, liberalizmin merkeze bireyi koyduğu yönündeki iddialarına rağmen, aslında bireyin varoluşunu bütünüyle kendisi dışındaki güçlere bağımlı kılar. Bugün insanların hayatlarını esas olarak belirleyen şey büyük şirketler, bankalar, uluslararası tekeller ve onların geleceğe dair planlarıdır. Kapitalizmde devlet- şirket ikilisi, insanlığın geleceğini belirlemek adına birlikte hareket eder. İnsanın kaderi, sermayenin kendisine çizdiği yol haritasına, krizlerine, genişleme ve daralmalarına bağlıdır.

Hele finansal kapitalizm, insanın varoluşunu günümüz dünyasında neredeyse tamamen hükmü altına almış durumdadır. Döviz, faiz, borsa, kripto paralar, enflasyonla, işsizlikle, ekonomik krizlerle birlikte hayatlarımızı doğrudan belirler ve çoğu zaman da tehdit eder.

İşte liberal demokrasi, insanın kendi varoluşsal kaderi üzerinde söz sahibi olma hakkını elinden almış ve onu şirketlerin, tekellerin, finansal sermayenin adeta kölesi haline getirmiştir. Birey, tüm bu kendisine dışsal ve yabancı güçler karşısında korunmasızdır, kendi kendini yönettiğini sanır ama aslında bunlar tarafından yönetilmektedir, kendini özgür sanmaktadır ama tamamen bu güçlerin belirleyiciliği altındadır.

Tüm bunları biraz da “akademik” diyebileceğimiz ve bir köşe yazısının sınırların zorlayacak şekilde anlatmamın elbette ki güncel politik bir nedeni var. O da hem Batı’nın hem de Batıcıların, esas olarak da liberallerin, Rusya-Ukrayna savaşını demokrasilerle diktatörlükler arasındaki bir savaş olarak sunmaları ve bunu tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışmaları.

Bunun Türkiye’ye özgü bir boyutu da bulunuyor elbette. Kolaylıkla Putin’le Erdoğan, Rusya’daki rejimle bizdeki rejim arasında benzerlikler kuruluyor ve oradan da AKP-sonrası Türkiye’ye, yani Türkiye’nin düzeninin kendini restore edeceği günlere doğru bir sıçrama yapılıyor. Yani savaş, iki gün önce TÜSİAD CEO’su Simone Kaslowski’nin de açıkça ortaya koyduğu üzere, Türkiye’de düzenin “fabrika ayarları”na dönmesi, Batı’ya tekrar entegre olması için bir fırsat olarak görülüyor. Bu ise elbette ki Batı demokrasisi idealize edilerek, bir model olarak toplumun önüne konularak yapılıyor.

Oysa yukarıda anlattığım nedenlerle demokrasilerle diktatörlükler arasında bir savaş yok, iki farklı kapitalist model arasında bir savaş var. Başat emperyalist güç, yani Batı ve liberaller bunu böyle sunmayı tercih ediyor ve oradan da kendi siyasal projelerini hayata geçirmek için çabalıyorlar.

Unutturmaya çalıştıkları şey ise demokrasinin sınıfsallığı, yani kavramın saf anlamıyla “ayaktakımının iktidarı”na işaret etmesi. Çünkü ayaktakımına, işçi sınıfına, proletaryaya ait olan her şeyden çok korkuyorlar ve işçi sınıfının siyasal bir özneye dönüşüp siyaset sahnesindeki yerini alması fikri en çok kapitalizmin ideologlarını ürkütüyor. Bunu kafalarındaki “demos”suz, yani halksız demokrasiye bir tehdit olarak görüyorlar, bunun şirketler, bankalar, holdingler demokrasisinin yaldızlarını dökeceğini, foyasını ortaya çıkaracağını biliyorlar.

Tam da bu nedenle gerek bizde gerek dünyada, demokrasinin o saf ve ilk anlamını yeniden hatırlamak, demokrasiyi “ayaktakımının iktidarı” olarak savunmak, yani onu kaybettiği sınıfsal özüne geri döndürmek, sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirmek zorundayız.  Çünkü insanlığı bu durumdan ancak ayaktakımı ve onun iktidar istenci kurtarabilir. Aksi takdirde ise insanın elinden kendi kaderinin efendisi olma hakkının alındığı ama sanki böyle değilmiş gibi bir “özgürlük yanılsaması”na mahkûm edildiği bu insanlık durumu değişmeden devam edecektir.