Sanki bir Edgar Allan Poe şiirinin tam ortasında can çekişiyor insanlık. Her yer alabildiğine karanlık ve bu karanlık tabloda simsiyah tüyleriyle tabloyu tamamlayan kuzgunlar uçuşuyor etrafımızda.

Avrupa epilepsi krizinde, Kılıçdaroğlu ABD gezisinde

Gündelik dilde sara hastalığı olarak da bilinen epilepsi, beynin bir bölgesindeki hücrelerin anormal elektrik sinyali yollamasıyla ortaya çıkar. En bilinen şekliyle epilepsi, nöbetler ile kendini belli eder.

Epilepsi nöbetleri, ani şekilde ortaya çıkar ve beynin tümüne ya da belirli bir bölümüne yayılır. Bazı epilepsi nöbetleri; uyuşukluk, hantal davranışlar, garip tat ve kokular alma, bozulan zaman ve mekan duygusu, az konuşma ve çok yavaş hareket etme şeklinde ortaya çıkabilir. Türkçe’ye ‘düşme’ hastalığı olarak tercüme edebileceğimiz bu rahatsızlığı kısaca böyle tanımlıyor tıp bilimi.

Tıptan devşirilen kavram ve benzetmelerin siyaseti anlama ve anlamlandırmada güçlü bir araç olduğu yadsınamaz. İnsan zihni, benzetmelerle ve çeşitli uzaklıktaki deneyimlerle ilişkilendirildiğinde karmaşık görünen sorunları daha rahat kavrıyor ya da anlamlandırabiliyor. Yalçın Küçük, bu benzetmeleri kullanma açısından düşünce dünyamıza ciddi katkılar sunmuştur. Türkiye’nin siyasi kırılmalarını ‘epilepsi nöbetleri’ üzerinden kavramaya çalışmak oldukça işlevsel görünüyor. Bu merceği biraz daha büyütüp Avrupa’ya bakmaya çalışalım.

Avrupa, uzun bir süredir epilepsi nöbeti geçiriyor. Kıtanın tüm uzuvları hareketsiz, nükleer bir savaşa veya kitlesel bir yıkıma doğru sürüklenirken, hiç kimse düğmeye basacak o çılgın liderin elini tutabilecek güçte hissetmiyor kendisini. Medeniyetin, devrimlerin ve insanlığa dair tüm güzelliklerin taşıyıcısı Avrupa bu impratorluk hastalığına, kendisini tüm dünyaya kapatan ırkçı ideolojisi yüzünden tutuldu.

Örneğin, kendisine bir türlü yakın mı yoksa uzak mı olduğunu belirleyemediği doğulu Rus adamın, sosyalist bir devrim yapmış olduğu gerçeğini uzun bir süre sindiremedi ve görülüyor ki Rus adamın büyük şair ve yazarlar çıkardığını da kabullenemiyor.

Kriz öyle boyutlara ulaşmış durumda ki acil tıbbi müdahale gerekiyor. Bu acil müdahaleyi yapabilecek muhalif özneler maalesef İngiltere’de iğdiş edilmiş durumda. Liz Truss, ne yapacağı kestirilemeyen bir imparatora benziyor.

Başa dönecek olursak, epilepsi imparatorlar hastalığı olarak değerlendirilebiliyor. Hasta olan imparatorlar mı, yoksa imparatorluğa dönüşen Roma mı? Jül Sezar, Tiberius ya da Caligula bu adamları hasta eden neydi? Herhalde kime “bu dünyanın sahibisin ya da tanrının yeryüzündeki temsilcisisin” dense o kişi ertesi gün delirirdi. Bu delirme hali, Roma’nın çöküşüne işaret ediyordu. Medeniyetten daha fazla barbarlık üretmiş olabilirler. Elbette ki sınırlarının (duvarlarının) ötesindeki herkesi barbar olarak görmüş ve onları dehümanize ederek yok etme hakkını kendilerinde meşru bir hak olarak değerlendirmişlerdir. Kadim bir Roma yasasıdır, Romalılaştıramıyorsan yok et.

Joe Biden, tavırları ve hareketleriyle hasta görünüyor. Kameralar karşısında garip hareketler yapan bu yaşlı demokratın sağı solu belli değil. “Ne yani insanlığın kaderi yaşlı bir bunağın parmakları arasında mı?” Bunak veya değil, böyle bir adamın nükleer silahları ateşleme yetkisine sahip olması yeterince korkunç.

Yaşam öylesine hızlandı ki, üretim öylesine durdulamaz bir ivmeyle rayından çıktı ki kimse bu dehşetengiz durumu anlamlandırabilecek halde değil.

Bu çılgın yıkımlar atmosferinin altında, kişisel zenginliğimiz için birbirimizi dişlerimizle ve tırnaklarımızla alt etmeye çalışıyoruz. Bencil olduğuna inandırılan insanın kendisiyle olan mücadelesi acımasızca devam ediyor.

Avrupa ekonomisi durgunluğa girmiş; Yeşiller, işçilerin duş alma süresini 5 dakikayla sınırlamış. Saçmalıklar listesi yazmakla bitmeyecek kadar uzun. Avrupa, zihinsel olarak çökmüş ve bir imparatorluk krizinin pençesinde kıvranıyor. Öyleyse fiziksel olarak yıkımı yakındır. Bir ideal önce düşüncede çöker ve bu çöküş bugünün sorunu değildir. Avrupa hayallerini ve ufkunu, yüzyıllar öncesinde kendi belirlediği duvarların ardına kilitlediğinde yitirmiştir.

Ukrayna’da Puşkin anıtı yıkılmış. Savaşın kuralı yok, her şey olabilir diyorlar. Gerçekten öyle mi? Bu bakış açısı insanlığın ilerleyişini yok sayıyor. Ne uğruna? Tüm dünya halklarını kendi imparatorluğunun kölesi yapmak uğruna. Avrupalı adamın hiçbir ölçüsü yok ve Avrupalı adam alabildiğine cahil. Puşkin, Tolstoy ya da Turgenyev; kim bu adamlar bilmiyor. Avrupalı adamı tanımayanlar ortaya çıkan liderlerin sorumsuz görünen açıklamalarını ve davranışlarını bir türlü anlamlandıramıyor.

Burjuvazi kendi yarattığı kültürün ve kitle toplumunun esiri olmuş gibi görünüyor. Bu güçler yok edici bir enerjiyi içinde taşıyor. Tüm bu insanlar kendi yazarlarına saygı duyuyor mu? Bu sorunun cevabını bilemiyorum ama Mary Wollstonecraft Godwin Shelley’den örnek verelim. Frankenstein yaratıldı ve insanlık kendi yarattığı canavarla yüzleşmek zorunda.

Unutmadan her yerde kimlikler gören ve bunu liberal propagandanın etkisiyle bir hastalık gibi reflekse dönüştüren okurlara küçük bir uyarı yapmalıyım. ‘Avrupalı adam’ derken ona bir cinsiyet rolü atfetmekten ziyade siyasal bir rol atfediyorum. Ufkumuzu daraltan ve bizi amansız birer hastaya dönüştüren günümüz saplantılarından uzaklaşmalıyız. Tüm bu saplantılar dilimizi, güçlü iletişim kurma becerilerimizi ve yazı yazma enerjimizi bir atom bombası gibi yok ediyor. Avrupalı adam, ıssız bir ada da karşımıza çıkan Robinson Crusoe. Mutlu ya da mutsuz kendi çelişkilerimizle yaşarken, bir anda onun dilini, onun kültürünü yaşayan bir köle olarak bulduk kendimizi...

Amerikalı ve İngiliz kaynaklarda bugünü anlamak için geçmişe çok fazla atıf yapılıyor. Tam bir çöküş psikolojisi. Önünü göremeyenler sürekli arkasına bakarak puslu havada yolunu bulmaya çalışıyor. Sanki bir Edgar Allan Poe şiirinin tam ortasında can çekişiyor insanlık. Her yer alabildiğine karanlık ve bu karanlık tabloda simsiyah tüyleriyle tabloyu tamamlayan kuzgunlar uçuşuyor etrafımızda.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ayaktayken bir dünya savaşı çok daha uzak bir ihtimaldi deniyor. Nasıl olur? Koca bir soğuk savaş dönemini Bernays'vari yöntemlerle bu korkuyu manipüle ederek geçirmedik mi? Buradan yanlış bir çıkarım yapılmamalı, emperyalizm SSCB ile asla barış içinde bir arada yaşayabileceğini düşünmüyordu. Tam burada imdada Kartaca ve Roma benzetmesi yetişiyor. Roma, amansız düşmanı Kartaca’yı alt ettiğinde esasında her şey tepetaklak oldu.

Düşme hastalığı dedik ama bu terim durumu anlatmakta yetersiz kalıyor. Avrupa düşmüyor! Yuvarlanıyor! Roma da ezeli ve ebedi düşmanı çöktükten sonra yuvarlanmaya başladı. İktidara bir bir gelen deli imparatorlar benlikleri ve bedenleriyle çöküşü erkenden haber veriyorlardı. Avrupalı adam benzetmelerinde bile kopamıyor karanlığından. Kendisini medeniyetin timsali Roma, doğulu SSCB’yi Kartaca olarak görüyor. Kartaca barbar, Kartaca gayri medeni. Tüm bu analojiler kabaca baktığımızda işlevsel ama çok fazla kullanıldığında anlam giderek kayıyor. Yemek yapmaya benzer bir durum, ölçü kaçınca yemek zehir olabiliyor.

Bugünün Atlantik cephesi, kendisini alabildiğine benzetmeye çalışmasına rağmen bir Roma değil. O, ancak Roma’nın karikatürü olabilir. Güldürmeyen bir karikatür. Sovyetler Birliği'ne gelecek olursak Kartaca ile uzaktan yakından ilgileri yok. Tüm bunlar Avrupa ideolojisinin bugünü anlamlandırabilmek için uydurduğun fanteziler. İngilizler, tüm dünya halkları kendi yazarlarını ezbere bilsin istiyorlar. Örneğin: Herkes Charles John Huffam Dickens okusun ve onun eserlerini didik didik etsin. Ancak bu şekilde biz barbar Britonlar togalarımızı giyerek gerçek bir Romalıya dönüşebiliriz. Elbette insanı insan yapan herkesi okumalı ve milliyetine bakmadan öğrenebilmeliyiz. Sir burjuva, eğer sen kültürü böylesine metalaştırmasaydın ve daha da ileri giderek eğitimi satın alınabilir bir ucubeye dönüştürmeseydin tüm işçi çocukları senden daha iyi tüm bunları öğrenebilirdi.

Avrupa yuvarlanıyor! Puşkin’in yerde yatan yüzüne bakarken o yüzde hiçbir şey görmüyor. Çoğu kez kendisinden daha kabiliyetli eserler veren, doğulu olarak gördüğü bu adama alabildğine yabancı. Oscar Wilde’ye ne kadar yabancıysa, Şolohov’a o kadar yabancı. Lenin ve yoldaşları devrimin Avrupalı adama özgü bir beceri olmadığını ispat etti. Avrupa o dönem çok büyük şok dalgaları yaşadı. Bolşeviklerin açtığı yoldan tüm barbar halklar, doğu halkları yürüdü. Herkes kendi devrimini ve ütopyasını aradı. İnsanlık Avrupa yuvarlanırken yeniden ayağa kalkmak, devrimini ve ütopyasını aramak zorundadır...

Avrupa'nın içinden bir türlü çıkamadığı epilepsi krizleriyle başladık ‘Kemal Amerika’da’ hikâyesiyle bitirelim. CHP lideri bu aralar formunda. Vitesi 5’e aldı ve düşürmeyi de düşünmüyor gibi görünüyor. Seçimler yapılmadan seçilmiş gibi davranıyor; emperyalist merkezde sanki bir sömürge eyaletine vali atanacakmış gibi hareket ediyor. Hatırlamakta fayda var, Erdoğan da seçilmeden önce soluğu ABD’de almıştı. Peki, Kemal Kılıçdaroğlu Amerika Birleşik Devletleri’nde ne yapıyor? Türkiye’nin, ABD’nin ve İngiltere’nin başını çekeceği ittifakın bir parçası olacağını söylüyor. “Türkiye, Ukrayna’ya destek vermeli” diyor. NATO’ya bağlılık yeminlerini yineliyor.

Tüm bunlar yaşanırken sansür yasası meclisten geçiyor. Türkiye işçi sınıfı ya madenlerde ya da yoksullukla boğurken ana muhalefet partisinin lideri, gölge Erdoğan hükümeti gibi davranıyor. Kışın ortasında aç kalmamak, ölmemek, bot ya da mont almak insanımız için hayal olmuşken muhalefet lideri hepimize savaş vadediyor.