Avrupa Birliği penceresiz tavan arası ve bodrum katlarında 7/24 üretim de yapılan bir Jandarma sınır karakolu olarak konumlandırdığı Türkiye’yi olanca 'doğallığıyla', 'dalında' ve 'uzaktan' seviyor.

Avrupa Birliği bizi nasıl 'seviyor'?

“Gel-git akıllı” diye terim var Türkçemizde. Anlamını biliyoruz. Bir şahıs için kullanıldığında onun pek aklı başında bir kişi olmadığını, zaman zaman kafası çalışsa da bunun uzun süreli olmadığını ifade ediyor.

Ülkeler için kullanıldığına pek rastlamadım ama Türkiye için bir tür “gel-git gündem”den söz edebiliriz. Bir hafta sabah akşam, üç öğün konuştuğumuz bir konu veya sorun, ertesi hafta aklımıza bile gelmiyor. O sorunu veya konuyu çözüp ilerlediğimizden değil. Sadece unutup yolumuza devam ediyoruz. Kimileri bunun bilinçli bir tercih olduğu kanısında. Daha açık bir deyişle, ülkeyi ve gündemini yönetenler önümüze bir mesele atıyor, enerjimizi ve aklımızı buna yoğunlaştırmamızı, böylelikle konuşmamız, tartışmamız gereken temel meselelerden uzaklaşmamızı sağlıyor. 

Ben meselenin bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Öncelikle ulusal veya uluslararası düzeyde bizi yöneten, yönlendiren bir üst akıl bulunduğu kanısında değilim. Dünyaya hâkim olan kapitalizmin önceden hesaplanmış büyük bir planla yürütüldüğü önermesi bana inandırıcı gelmiyor. Görebildiğim, sistemi etkileyen birden fazla aktör bulunduğu, bunlardan hiçbirinin kendi başına bütün gelişmeleri yönlendirebilecek güce sahip olmadığı, bu aktörlerin itmesi, tutması, çekmesiyle ortaya çıkan vektörlerin sonuçta bir tür  kaos yarattığı. Kaosun yaratan güç odaklarının çekişmelerin oturduğu  merkezden uzaklaştıkça gündemin değişme hızı artıyor sanki. Türkiye ve bölge halkları olarak biz böyle bir olguya maruz kalıyoruz. Eskilerin deyişiyle “ehemi mühimden ayıramıyor”, her hafta, her gün yeni bir dalganın etkisine girip, bir sonraki vadede bunları unutuyoruz.

Geçen ay neredeyse her gün konuştuğumuz, düzen içi muhalefetin ve onlara bel bağlayanların akepe hükümetini düşüreceğine kesin gözle baktığı “SP Show”un ratingleri çakıldı örneğin. Bırakın hükümetin düşmesini, her türlü rezilliği ayan beyan ortaya çıkan etkili ve yetkili şahısların bir teki bile sarsılmadı. ABD’nin talebi üzerine Avusturya’da yakalanan ve yargılanan yüksek ahlak numunesi bir iş insanının bedava otomobil tahsis ettiği çok önemli kişinin benzin parasını dahi ödemediğini üzüntüyle öğrendik. Aynı “hayırsever” kişinin ülkenin iç güvenliğinden sorumlu şahsiyete tahsis ettiği özel uçağın bedelinin ödenmiş olduğuna dair elle düzenlenmiş fatura görünümlü kağıdın “siyasette dürüstlük nişanesi” olarak bir gün bir müzede sergileneceğinden emin olduk. Turizm sektörünün sayısız erdemlerini bir kez daha görmemize sebep olan “Paramount” Oteli ise orman arazisindeki ahlakdışı ve yasadışı varlığını sürdürmekte. 

Haziran ortasında gerçekleşen Biden görüşmesi geniş kapsamlı bir “hamdolsun”la sonuçlandı. NATO Zirvesi, siyasal İslamcılardan “anti-emperyalizm” bekleyen şaşkınları kim bilir kaçıncı kez ağır bir düş kırıklığına uğratarak Ankara’da hep bir ağızdan söylenen “NATO ve CENTO’ya bağlıyız” nakaratıyla süslenmiş bir “biz ayrılamayız” şarkısıyla tamamlandı. Ülkenin sayısı az ama avazı yüksek liberalleri bu gelişmeleri “gerçekçiliğe dönüş” olarak selamladılar. Buradan ülkenin bir tür normalliğe dönüş yoluna girebileceği, Türkiye’de adil bir seçim yapılabileceği, iktidarın seçimlerle değişebileceği umudu devşirenler de oldu.

Bütün bunlar yaşanırken, son birkaç zirveye kıyasla Türkiye kamuoyunda son derece sessiz geçiştirilen bir Avrupa Birliği Zirvesi gerçekleşti. Belki de çoğunuza göre son derece uzun ve sıkıcı bir girişle başlayan bu yazının kaleme alınmasına neden olan Zirvenin hemen öncesinde, ülkemizdeki şöhretini herhangi bir dilde bulunmayan ama her dilde anlaşılan bir “Uhm!” ünlemi ve Beştepe’de bir kanepe üzerindeki geçici ikametine borçlu olan AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen,  akepe genel başkanı ile görüştü. Von der Leyen ele alınan konuları şöyle sıraladı: Türkiye-AB ilişkilerinin mevcut durumu, Covid-19, Ticaret ve Gümrük Birliği, Doğu Akdeniz’de durum, göç ve Afganistan’daki gelişmeler.

Diplomaside, sözcükler önemlidir. Yine genel olarak siyasette ve diplomaside “communication” sözcüğünün iletişimin ötesinde bir anlamı vardır. Özellikle de siyasal iletişim olarak çevirebileceğimiz “political communication” kavramı hangi sözcüklerle, hangi mesajların verileceğini ölçüp tartma ve belirleme yöntemidir. Devletlerde ve örgütlerde bu işin uzmanları olduğu söylenenler istihdam edilir. Diplomasinin ince taktiklerinden biri de bir kavramı telaffuz etmeden de o konuyla ilgili mesaj verilmesidir. 

Von der Leyen’in görüşmeye ilişkin twitter mesajına baktığımızda yukarıda sayılan altı konu başlığının görüşüldüğünün çıplak bir biçimde, önüne sonuna herhangi bir ekleme yapma gereği duyulmadan ifade edildiğini görüyoruz. AB Komisyonu’nun dünyanın diğer birçok kurumu gibi “siyasal iletişim” uzmanları da istihdam ettiği gerçeğinden yola çıkarsak bu mesajın alelacele, düşünülmeden gönderilmiş olamayacağını da varsaymak zorundayız. 

Biraz daha açalım. Şayet bu mesaj kaleme alınırken, “başta ... olmak üzere” veya “aralarında ... da bulunduğu” gibi bir ekleme yapılsaydı, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları gibi konulara da, bu sözcükler hiç telaffuz edilmediği halde, değinilmiş olduğu yorumunu yapabilir ve kulağımızın üstüne yatmaya devam edebilirdik. “Hamdolsun” AB artık rol yapma gereği bile duymuyor. Avrupa Birliği “Parasını vereyim göçmenleri içeride tut ve emek sömürüsünü azami noktaya çıkartarak grevsiz, sendikasız ucuz üretim yapmaya devam et” diyor. Bu arada, “Doğu Akdeniz’de karın ağrıtma, üyelerimi rahatsız etme, Taliban’ın kurşunlarına Avrupalı ve ABD’li gençler yerine ülkenin bütün varlıklarını tasfiye ederek gelecek umutlarını kararttığın, yoksul ve çaresiz bıraktığın kendi çocuklarını siper et” demeyi de ihmal etmiyor.

Aralarına çok yeni katıldığım Türkiye’de komünistler yıllardır ısrarla AB’nin veya ABD’nin Türkiye halklarına barış, özgürlük ve demokrasi ihraç etmek gibi niyetinin bulunmadığını söyledikleri için kimi çevrelerce “dogmatik olmakla, ittihatçılıkla, milliyetçilikle, çağdışılıkla, Batı ve medeniyet düşmanlığıyla”, aklınıza gelebilecek her türlü saçma sapan etiketle yaftalanıyorlar. Oysa Von der Leyen’in mesajı ve daha sonra yayınlanan AB bildirisinin içeriği çarenin bir şahıs veya parti iktidarından değil düzenden kurtulmak olduğunu savunan Komünistleri yine haklı çıkartıyor. AB sermayesi “hukuk devleti olmaz ise sermaye gelmez” benzeri veciz sözlerle kendisini ve halkı kandıranların ülkesini terk etmediği gibi, ne halkına, ne göçmenlere insan gibi yaşamayı layık gören bu düzene gerektiğinde ve gerektiği kadar kaynak akıtmaktan geri durmuyor.

Von der Leyen ve başında bulunduğu AB Komisyonu, temsil ettiği AB sermayesi adına anlamak isteyenlere şunu söylüyor: “Kapıyı tut (hold the door) ve daha çok çalış (work harder)!”

Avrupa Birliği penceresiz tavan arası ve bodrum katlarında 7/24 üretim de yapılan bir Jandarma sınır karakolu olarak konumlandırdığı Türkiye’yi olanca “doğallığıyla”, “dalında” ve “uzaktan” seviyor.