İktidara geldiğinden beri hemen her kurumu son zerresine kadar ele geçiren, kadrolara belirli bir tipolojiyi hakim kılabilen Akepe Dışişleri’nde 2002 öncesinde Bakanlığa girmiş olanlarla çalışıyor.

Atamalar, liyakat ve sadakat

Bu hafta Büyükelçi atamaları düştü basına. Akepe sonrasında amuda kalkan süreçlerden biri bu da. Zamanlaması da, içeriği de değişti. Büyükelçi atamaları ilk bakışta mülki idarecilerinkilere benzer ama farklı yanları vardır. Bunlardan en önemlisi şudur: Büyükelçinizi gönderdiğiniz Devlete literatürde “kabul eden Devlet” denir. Bunun somut anlamı, mülki idarelerdeki atamaların tek yanlı bir siyasi iradenin sonucu olmasına karşın, Büyükelçi atamasında ikili bir onay sürecinin bulunmasıdır. Bir atan bir de karşılayan vardır voleyboldaki servis gibi. 

Eğitim şart. Her alanda. Dış politika uzmanıyım diye medyada ahkam kesenlerin sıkça karıştırdıkları, akreditasyon gibi kavramları araya sokuşturdukları bu süreci özetleyelim önce. 

Siz “gönderen Devlet” olarak bir Büyükelçi adayı belirler, “kabul eden Devlet”e diplomatik notayla bildirirsiniz. Buna “agreman” isteme denir. “Kabul eden Devlet” istisnai durumlar haricinde sorun çıkarmadan onay verir ve olumlu yanıtını yine bir notayla “gönderen Devlet”e iletir. Ancak kimi durumlarda onay gelmez. Bunun anlamı, belirlediğiniz ismin “kabul eden Devlet” tarafından uygun bulunmadığıdır. Özellikle ikili ilişkilerin gergin olduğu hallerde böyle olaylar yaşanabilir. O yüzden de “gönderen Devlet” belirlediği ismi, “agreman” gelmeden kamuoyuna duyurmaz, aleniyete dökmez, resmi gazetede veya yandaş medyada yayınlatmaz. Yayınlatırsa, olumsuz bir yanıt halinde “itibar” kaybetmiş olur. Hatta öyle bir riski hiç almamak için, iş daha agreman aşamasına dahi gelmeden zemin yoklamak, “kabul eden Devlet”in tepkisini öğrenmek sıkça başvurulan bir yöntemdir. Güven mektubu sunmak, sunamamak, geç sunmak çok farklı bir süreçtir ama buna girmeyeceğim şimdilik.

Türkiye-İsrail ilişkileri bu konuda uygun bir örnek olaya sahne oldu bana sorarsanız. Anımsayacak olursak, bundan birkaç ay önce, Akepe’nin İsrail’le yakınlaşma çabalarının belirli bir aşamaya geldiği anda bir akademisyenin ismi atılmıştı ortaya T.C. Tel Aviv Büyükelçisi olarak. Ortada ne kararname, ne tebligat, ne de “agreman” vardı. Atanacak isim “meslekten” değil, “dışarıdan”dı. Şahıs, Filistin konusunda deniyor ama muhtemelen Hamas konusunda “angajman” sahibiydi. Bu isim İsrail’i yönetenlerin hiç de hoşuna gitmedi. Muhtemelen rahatsızlıklarını Akepe’ye belirli kanallardan bildirdiler. Ancak Akepe’ye egemen zihniyeti iyi tanıdıkları için sanırım bununla da yetinmediler. Şu anda İsrail’in Ankara Büyükelçisi olarak resmen atanmış bulunan Irit Lilian henüz maslahatgüzarken bir basın toplantısı düzenledi ve hiç de “diplomatik” sayılmayacak bir açıklamayla Türkiye’nin Tel Aviv’e “meslekten” atama yapmasının uygun olacağını söyledi. Akepe yönetimine açıkça ayar verdi. Akepe ise  “Eyyy!” filan demedi. Maslahatgüzarı Bakanlığa çağırıp eline “Ne yapacağımızı sizden mi öğreneceğiz” içerikli bir nota sıkıştırmadı. Aksine İsrail’le ilişkileri düzeltmenin ABD Kongresi’nin kapılarını aralayabileceği düşündüğü için, bu hafta diğer büyükelçi atamalarıyla birlikte Tel Aviv’e “meslekten”, Kudüs’te Başkonsolos olarak görev yapmış ve son derece deneyimli bir Büyükelçi’nin atandığını duyurdu.

Dış politika yazanlar ve akademisyenler bunu “olumlu” bir gelişme şeklinde yorumladılar. “Ne de olsa liyakat başka bir şeydi.”,  “Hiç meslekten ile dışardan bir olur muydu?”, “Normalleşme için sağlıklı adım’’ gibi ifadelere rastladım. Meseleyi Tel Aviv’e sıkıştırmadan kendi düşüncelerimi  aktarayım.

Kararnamede son derece isabetli görünen atamalar var. Yalnız bunlara sevinmeden önce atayanın kim olduğuna bakmazsak daimi ofsayt ve açık farklı hezimet garantidir. Bir büyükelçinin başarısı öncelikle temsil ettiği siyasi iktidara bağlıdır. Dünya değişti, iletişim gelişti. Siz Büyükelçi olarak, “Yok size demedi. Mahmut’u kastetti” diye kırk takla da atsanız, sizi gönderen makam bulunduğunuz ülkeyi yönetenlere açıkça hakaret ettiğinde, hareket alanınız sınırlıdır. En fazla muhataplarınızın merhamet hislerine mazhar olursunuz. Dosyanıza hakim olmanız, yabancı dilleri çok iyi konuşmanız, örnek bir hanımefendi veya beyefendi olmanız, resepsiyonlarda su böreğinin peynirini bolca koydurmanız bir yere kadar etkilidir. Bunu bilelim de, sonra da “Ayşe Hanım, Mehmet Bey meslekten ama beceremedi bu işi” demek zorunda kalmayalım.

Devam edelim. Kararnamede atanan isimlerin büyük bölümünü tanıyorum. Tanıdıklarımın tamamı evrensel ölçülerde donanımlı ve kariyerli diplomatlar. Olur da, seçimlerde Akepe iktidarı gider de, Erdoğan’sız Akepe iktidara gelirse hiçbir sıkıntı yaşamadan ve yaşatmadan görevlerini yapmaya devam ederler. Hiçbirine “şu partinin veya şu şahsın adamı oldukları için buradalar” yaftası yapıştırmak mümkün görünmüyor. Bu çok net.

Şöyle bir gerçek var: İktidara geldiğinden beri hemen her kurumu son zerresine kadar ele geçiren, kadrolara belirli bir tipolojiyi hakim kılabilen Akepe Dışişleri’nde 2002 öncesinde Bakanlığa girmiş olanlarla çalışıyor. Fethullahçı ortakları bunu değiştirmek için ciddi bir mesafe almıştı ama post kavgası yüzünden birbirlerine düşünce o girişim başarısızlığa uğradı.  Akepe'nin 20 yılda, kendi diplomatını yaratamadığı ve bir süre önce bundan vazgeçtiğini biliyorum. Akepe’lilerin 15 Temmuz’dan sonra, kapalı toplantılarda Büyükelçilere “lütfen, çocuklarınızı Dışişleri sınavlarına girmeleri için teşvik edin” diye yalvarma noktasına gelmeleri bunun en somut göstergelerinden biri. Bunlar monşer, dönme, köksüz filan değiller miydi? Meslek, babadan oğula geçen kapalı bir lonca özelliği taşımıyor muydu? Kendileri de, medyadaki uzantıları da yıllarca bu palavraları sıkmadılar mı?

Dedik ya, kendi diplomatlarını yaratamadılar. Yaratmış olsalardı da, Türkiye’yi soktukları dış politika girdabında boğulmaları güçlü bir olasılıktı. Zurnanın zırt dediği yer de işte burası. 

Ezber bozma iddiasıyla gelip, Cumhuriyetin tabutuna son çivileri çakan Akepe, elindeki nitelikli kadrodan müthiş bir verim, birinci kalite hizmet aldı. İddiam odur ki, Mahdum Bey’in okul arkadaşlarının en dahisi bile aynı nitelikli hizmeti veremezdi. Benim de 18 yıl boyunca dahil olduğum kadrolar birkaç münferit çıkış dışında bunca aşağılanmaya, itilip kakılmaya ve memuriyete başlarken üzerine ellerini koyup yemin ettikleri Anayasa’nın delik deşik edilmesine hiçbir direnç göstermediler. Sabırla iktidarın değişmesini beklediler, hükümet değil de devlet sandıkları yapıya sadakatle hizmet ettiler. 

İşte bu yüzden bu hafta yayınlanan kararnamenin arz ettiği manzara biri sevindirici biri acıklı iki görüntüyü birden barındırıyor. Akepe’nin yürüttüğü kültürel hegemonya kurma mücadelesinin diplomasi cephesinde kesin bir bozguna uğramış olması çok güzel. Buna karşılık, diplomatik bürokrasinin siyasal İslamcılığa,  direnmeden teslim olmak bir yana, dümensiz teknesini fırtınalı sularda yüzdürmek için deneyimli kaptan işlevini görmüş olması ise en diplomatik ifadeyle bile iç karartıcı.

Büyükelçiler kararnamesinin bu ölçüde gündeme gelmesinin esas sebebi ise KKTC’ne yapılan atamaydı kuşkusuz. Kıbrıs’ın Türkiye’nin yoğun ve bunaltıcı gündemine girebilmesi için ya askeri bir gerginlik, ya mafyalı, seksli, siyasetli görüntüler ya da  deprem, sel vs. gibi bir doğal afet olması gerektiği malum. Türkiye Barolar Birliği’nin eski Başkanının Büyükelçi olarak atanmasını bu başlıklardan hangisi altında sınıflanabileceğinden emin değilim. 

Kıbrıs benim için özel. O yüzden de bir yazıda değinip geçmeye gönlüm de, aklım da razı değil. Şimdilik şu kadarını yazmış olayım, üzerinde durmamız gereken Lefkoşa’ya kimin atanmış olduğundan ziyade Lefkoşa’da uzun süredir neler olduğu. Bir aksilik olmazsa konuşacağız bunu 14 Ekim Cuma günü saat 21’de soL TV’de yayınlanacak Dünya Çarkı programında. Konuğumu duyurduğumda daha da merakla izleyeceğinizden kuşkum yok.