Sermaye düzeninde insana, insanca yaşama, insan varoluşuna yer yoktur. Daha çok ölüm, daha çok çalmak, daha çok sömürmek, daha çok biriktirmek vardır ve “asrın felaketi” de tam olarak budur.

Asrın felaketi: 'Param yok, beni özele götürmeyin'

Tonlarca beton bloğunun altında tam 138 saat hayatta kalmayı başaran Emine Doğu’nun kurtarıldıktan sonra kurduğu ilk cümle, “beni özele götürmeyin, param yok” oldu. “Özel” derken kastettiği özel hastaneydi ve Emine hanım bu cümleyi bir yaşanmışlık, tecrübe üzerinden kuruyordu. Yani “özel”e götürüldüğünde kendisine çıkarılacak faturayı düşünüyor, bunu ödeyemeyeceğini biliyordu.

Bugün iktidar sahiplerinin işledikleri korkunç suça mazeret bulmak ve onu hafifletmek için icat ettikleri “asrın felaketi” tabirinin ötesinde, eğer bir felaket aranıyorsa tam olarak burada, yani “özel” olanda, yani kâr hırsında aranmalıdır. Türkiye, bir kez daha sermaye düzeninin rant ve kâr hırsına kurban edilmiş, “özel” olanın “kamusal” olanı kanserli bir hücre gibi yiyip bitirmesi, milyonlarca insanın felaketi olmuştur.

Sağlık, eğitim, barınma, sosyal güvenlik, bunların hepsinin adım adım piyasaya devri, kamunun adım adım tasfiye edilip “özel” olanın, yani sermayenin mantığının toplumsal yaşamın bütününü kuşatır hale gelmesi, sermayenin vampir dişlerini emeğin boynuna pervasızca geçirmesi, doğrudan insan hayatına, insanın varoluşuna yapılan bir saldırıdır ve evet asrın felaketi budur.

Türkiye’de elinizi nereye atarsanız bir müteahhide, bir inşaat firmasına denk gelmesi, Türkiye’nin nüfusuna oranla en yüksek müteahhit sayısına sahip ülkelerden biri olması tesadüf değildir. İnşaat, Türkiye’nin sermaye düzeninin, sermaye birikim sürecinin en önemli sektörlerinden biridir ve bu sektör, ranta açılan arazilerle, ihaleyle, komisyonla, ucuz krediyle, vergi muafiyetleriyle, güvencesiz işçilikle, yoğun emek sömürüsüyle, taşeron çalışmayla, denetimsizlikle bizzat devlet tarafından beslenmektedir.

İnşaat Türkiye’nin İslamcı rejimiyle sermaye sınıfının kesişim noktasını oluşturur, ikisi arasındaki ilişkinin somutlaştığı alandır. “Bu rejimin ahlaki kodları nedir” diye bir soru sorsanız verilecek yanıt “inşaat ya Resulullah”tır. Rüşvet burada işler, rant buradan dağıtılır, kısa yoldan buradan köşe dönülür, burada denetim yoktur ve imar aflarıyla, kat izniyle, şunla bunla oy buradan toplanır. Başını sokacak bir evi olsun isteyen ve imkânları ancak çürük ve her an yıkılabilecek evlere yeten milyonlar bu ahlaksızlığa ortak edilir, çaresizlikleri üzerinden onlar da suç ortağı yapılır.

İnşaat, Türkiye kapitalizmin çürüdüğü ve çürüttüğü devasa bir lağım çukurudur, çürüme topluma buradan yayılır.

Ağacın, yeşilin, parkın, bahçenin, kolay ulaşımın, asgari insanca yaşam olanaklarının yokluğunu geçiyorum, bugün milyonlarca kişinin her an başlarına çökecek, her an tabutlarına dönüşebilecek evlerde derin bir çaresizlikle oturuyor olmalarının nedeni Türkiye’nin sermaye düzenidir.

Fay hatları üzerine inşa edilmiş kentlerde ve özellikle ülkenin kalbi İstanbul’da milyonların bir gece ansızın ölümle yüzleşeceklerini bilerek ve ellerinden bir şey gelmeyerek yaşamaya devam etmelerinin gerisinde “asrın felaketi”, yani kapitalizm vardır. Türkiye sermaye sınıfı İstanbul merkezli büyük bir depremin uzun vadede kendisinin de sonunu getirebileceğini bilse de vampirin kana bağımlılığı misali, sömürüden, ranttan, kâr hırsından vazgeçememekte, ülke adım adım korkunç bir sona doğru yaklaşmaktadır.

Şimdi bile, şu an bile, deprem bölgesindeki enkazı kaldırmak için sabırsızlanmaları, geride kalanlara hiç olmazsa cenazelerini teslim etmek gibi bir kaygı taşımamaları, insanlara bir an önce başlarını sokacak evler yapma telaşından değil, yeni inşaatların, yeni rantların, yeni ihalelerin ağızlarını sulandırmasından, beton ve para kokusu almalarından kaynaklanmaktadır.

Sermaye düzeninde insana, insanca yaşama, insan varoluşuna yer yoktur. Daha çok ölüm, daha çok çalmak, daha çok sömürmek, daha çok biriktirmek vardır ve “asrın felaketi” de tam olarak budur.

Peki ya buradan çıkış, ülkenin devasa bir mezarlık olmaktan çıkarılışı, düştüğü yerden yeniden ayağa kalkışı, bu nasıl olacaktır?

Eğer “kader planı”na razı değilsek, kendi kaderimizin efendisi nasıl olacağız, kendi kaderimizi kendi ellerimize nasıl alacağız?

Bunun için yapmamız gereken şey siyasettir. Soma’dan Bartın’a, tren kazalarından iş cinayetlerine, selden depreme, iktidarın “üzerinden siyaset yapmayın” diyerek siyaset yaptığı, apolitikleştirmeye, siyasal alanın dışına taşımaya çalıştığı her şey siyasidir, politiktir.

Her şey siyasi olduğuna göre ve bize yazılan kader politik bir kader olduğuna göre buradan çıkış da politik olmalıdır, siyaset kendi kaderimizi kendi ellerimize alma, başkalarının yazdığı kader planlarının parçası olmayı reddetme iradesidir ve öncelikli meselemiz bu iradenin güçlenmesidir.

Peki nasıl bir siyasetten söz ediyoruz, kendi kaderlerimizin efendisi olabilmemizin yolu nereden geçmektedir?

Bu yol, “beni özele götürmeyin” diyen depremzedenin işaret ettiği şeyi, yani yaşamımızın, insani varlığımızın, varoluşumuzun, “özel” olan, yani sermaye düzeni tarafından işgal edildiği gerçeğini görmekten geçmektedir.

Bizi biz yapan şey, yani kamusal varlıklar olmamız, ortak hareket edebilmemiz, ortak yararı gözetebilecek bir akla sahip olmamız, dayanışma ve paylaşımın insan olmamızın temelinde yer alması, başlangıç noktamızdır.

Bugün sermaye düzeni insani varoluşumuza yönelik bir imha savaşı yürütmekte, insanı, doğayı, gezegeni adım adım tüketmektedir. Sermaye, birikmek adına kanserli bir hücre gibi varoluşumuza, kamusallığımıza saldırmakta, kendisinin yaşaması için bizleri birer zombiye dönüştürmektedir.

Barınmanın ve konutun rant ve kâr alanı olmaktan çıkartılması, özel ellerden alınıp kamunun kontrolüne ve denetimine verilmesi, yaşanabilir kentler yaratılması, depremle kamucu bir perspektifle mücadele edilmesi, ekonominin planlama esasına dayandırılması, akıl ve bilim ışığında kâr için değil insan için örgütlenmesi, madenlerden limanlara, ormanlardan sahillere, eğitimden sağlığa sermaye tarafından işgal edilen, özelleştirilen her yerin tekrar kamuya ait kılınması, halk adına tekrar ele geçirilmesi…

İşte bunların hepsi politiktir, siyasidir, siyasi mücadelenin en önemli başlıklarıdır ve siyasi mücadele de esas olarak bunlar üzerine verilmelidir. Politik mücadele ise yan yana, omuz omuza, örgütlü olarak verilir; deprem dayanışması nasıl binlerce kişiyi kurtardıysa ve nasıl on binlerce kişiyi hayatta tuttuysa örgütlü mücadele de bizi öyle ayağa kaldıracaktır, ayakta tutacaktır.

Velhasıl, bugün geldiğimiz noktada bu düzen bizim için bir beka, yani bir varoluş meselesi halini almıştır. Ya gündüzlerinde sömürülen, gecelerinde hem aç yatılan hem de her an tabut misali evlerde ölmeyi beklediğimiz bir ülke olacağız ya da bir avuç azınlığın bizden çaldıklarını geri alıp birlikte üretecek, birlikte bölüşeceğiz, bir arada ve insanca yaşayacağız.

Ya “asrın felaketi”yle her gün yüz yüze kalacağız ya da eşitlikçi bir düzeni hep birlikte kuracağız.