Veba ile kolera yahut, bizim masallarımızdaki anlatımıyla, kırk katır ile kırk satır arasında tercih yapmak durumunda olamayız.

Asıl seçim

Diyelim, bu Temmuz geçti, bir sonrakine geldik. Kayda değer bir fark olacak mı? Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin hayatlarında iyi yönde, ilerletici, az çok soluk aldırıcı değişiklikler olabilir mi? Buna ilişkin inandırıcı işaretler ortaya çıkabilir mi?

Bu soruya yanıt ararken, önce, “neden Temmuz” sorusu akıllara takılmış olabilir, ona bir yanıt verelim. Sandık gelecek, millet tokadı atacak, deniyor ya, kurtarıcı ve kutsal sandığın gelmesi de kimilerine göre “en geç”, kimilerine göre “ancak” Haziran’da olacak. Öyleyse, Temmuz neyin nesi oluyor? Seçimdi, sonuçların açıklanmasıydı, yemindi, şuydu buydu derken yeni iktidarın, artık ne kadar yeni olacaksa, başkanıyla, bakanıyla, vekiliyle halkın huzuruna çıkışı Temmuzu bulur hesabıyla, biraz tedbirli konuşuyoruz.

Yoksa, bazen yüksek sesle, bazen mırıldanırcasına dile getirilen “Bunlar seçim meçim yaptırmaz!” öngörüsü ayrı bir konu. O da olmaz değil. Zorbalığın, hukuksuzluğun aşama kaydetmesiyle değil sadece, Ukrayna krizi falan derken uzayıp giden silahlı çatışmaların şiddetine ve süresine bağlı olarak böyle bir olasılığın gerçeğe dönüşmesi, aşırı kuruntulu bir fantezi olmaktan çıkabilir.  

Olasılıklara girdik madem, buradan devam edelim.

Bugünkü 6’lı muhalefetin devam etmesiyle etmemesi, azalıp çoğalması, kılık kıyafet değiştirmesi de olasılıklar arasındadır. Bu yazı okurlara ulaştıktan sonra, 28 Şubat günü yapılacak gösterinin Ahlatlıbel’deki yuvarlak masadan daha tantanalı olması beklenir. O gösterinin AKP’nin ilk çıkış ya da tanıtım toplantısının yapıldığı yerde gerçekleştirileceği açıklandı. Onların başından yirmi yıl boyunca inmemiş devlet kuşu bizim de başımıza konar inşallah, diyor olabilirler. Doğruya doğru, bunların ötekilerden daha az inanmış Müslümanlar  olduklarını  söyleyen çıkarsa, düpedüz haksızlık etmiş olur. Ayrıca, kendilerinin siyasette sembolizmin yeni temsilciliğine soyundukları da anlaşılıyor. Toplantı tarihini 28 Şubata denk getirmelerinin, Babacan adındaki kararsız görünen ortaklarının yaptığı açıklamanın tersine, rastlantı olmadığını, artık tarihe geçmiş “28 Şubat”a bir gönderme olduğunu Karamollaoğlu Çarşamba günü söyleyiverdi; “Hep beraber 28 Şubat’ın defterini düreceğiz!” dedi.

Ne zaman yapılırsa yapılsın seçimi kazanamamaları, burada üzerinde durulmayacak bir olasılıktır; çünkü, öyle bir durumda zaten bugünkü iktidar devam edecek ve, herhalde, şimdikinden farklı iddiaları olmayan bir iktidar, hiç değilse başlangıçta, devam edecek demektir. Dolayısıyla, bu yazının konusu dışındadır.

***

İzleyen soru şu: Bu kalabalık koalisyon, her iki seçimi de kazanırsa, bugüne kadarki söylemleriyle az çok uyumlu bir iktidar bloku oluşur mu?

Sorunun yanıtı evet olursa, emekçi sınıflar açısından kayda değer bir farkın ortaya çıkmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Hepsi bu düzeni kabullenmiş partiler de ondan!” deyip işin içinden çıkmak, yollardan biri. Ama biraz tembel işi görünebilir, birkaç başlıkta olsun ayrıntıya girmek daha iyi.

Örneğin, şu sıralar gündemin başlarında olduğu için, NATO denilen saldırı örgütünden söz edebiliriz. Bu örgütün, bütün dünyaya yayılarak sürmüş, sömürü ve nüfuz alanlarını yeniden paylaşmayı, bir de hızla güçlenmekte olan ilk emekçi devletini yıkmayı hedef almış büyük savaşın sonunda, emperyalizm tarafından, yıkamadığı o sosyalist devletle onunla dost olanları kuşatmak üzere kurulduğu biliniyor. Sonraki  50 yılı aşkın süre boyunca saldırgan amaçlarını gerçekleştirmek için her yolu denemiş, güzelim kentlerin binlerce savaş uçağı tarafından aylarca bombalanarak yerle bir edilmesinden bile çekinilmemiştir. Ayrıca, aynı örgüt, çeşitli ülkelerdeki ilerici, devrimci hareketleri ezmek için yer altı ve yer üstü, silahlı ve silahsız örgütlenmeleri kurmuş, desteklemiş, yönlendirmiştir. Bunlara ilişkin son derece çeşitli, çok miktarda yazılı kaynaklar toplamı ortaya çıkmış durumdadır. Yaşı yetenler kendi belleklerini yoklayarak, yetmeyenler erişebildikleri kadarıyla o kaynaklara başvurarak bu kanlı örgütün marifetlerini öğrenebilirler. Dolayısıyla, burada daha fazla uzatmaya gerek yok.

Ülkemizde olası bir iktidar değişikliği sonrasında NATO ve onun simgeleri arasında yer aldığı emperyalist Batı’ya bağımlılık aynen, hatta artarak sürecektir. Kılıçdaroğlu’nun ve başka bazı  CHP yöneticilerinin son günlerde dış ve iç basındaki NATO’ya bağlılık açıklamaları çoğalmış görünüyor. İktidar olma umutları arttıkça, emperyalizme ve onun her türlü örgütlerine bağlılık ve sadakat mesajları da artar, kuraldır. Öte yandan, altılının geri kalanları için bu tür somut, güncel kanıtlara gerek yoktur; onların bağlılık ve sadakatin artması konusunda engel değil destek olacakları bellidir. 

Devam edelim. 

Toplumsal hak ve özgürlükler ne olacaktır? Onlardan var olan kadarı bile kesilip budanırken, kullanılamaz duruma getirilirken, her biri parti ve politikacı olarak oralardaydılar. Karşı mı çıktılar? Engellemek için ne yaptılar? Hiçbir anlam taşımadığı apaçık ortada olan bir demokrasi teranesi tutturmaktan başka bir “icraat” sergilediler mi? Yine de, emekçilerin işitmekten gına geldikleri söylemlerini tekrarlayarak sorabiliriz: Şimdi de vaat edecekleri o demokrasilerinin içinde siyasi  parti ve seçim yasalarını köklü biçimde düzetmek var mı örneğin? Seçim barajı denilen ve hâlâ “indirilmeli” diyerek hiç sıkılmadan savundukları garabeti kaldırmak var mı? Partilerin seçimde ve seçimler dışında devlet imkânlarından eşit biçimde yararlanmalarını sağlayacak değişiklikler var mı? Herhangi bir meşruiyet anlayışıyla bağdaştırılamayacak biçimde yıllardır içeride tutulan birkaç kişiyi bırakmak dışında, gerçek bir düşünce, anlatım  ve örgütlenme özgürlüğü tasarımları var mı?

Bu tür soruları çoğaltmak bir anlam taşımıyor; çünkü yanıtlar aşağı yukarı belli. “Aşağı yukarı”nın eklenmesi ise bunlara benzer konularda zevahiri kurtarmaya yönelik bazı değişikliklerin yapılabilir oluşuyla bağlantılı.

Epeydir dillerine doladıkları, seçimlere kadar da dolamaya devam edecekleri anlaşılan yoksulluk, işsizlik, pahalılık ne olacak peki? “Beşli çete” adını taktıkları yeni yetme büyük patronlara veryansın edip duruyorlar. Böyle yaptıkça, onları dinleyen ve çaresizlik içinde olduklarını düşünen pek çok emekçinin yüreği yağ bağlıyordur belki. İyi de, o beşliden çok daha eski ve çok daha kök salmış sermaye sınıfı çetelerine ses eden yok. Onların tümünün birden temsil ettiği düzenin kendisine de itiraz olmadığına az önce değinmiştik. Varsa yoksa, işinin ehli olmayan, üstelik de çalıp çırpan bakanlar, bürokratlar, şunlar bunlar, bir de, bir de, ah o tek adam yok mu, o tek adam! Onu torun sevmeye gönderip kerameti kendinden menkul adamlarıyla birlikte kendileri gelip otursalar işlerin başına, oh her şey güllük gülistanlık, ne güzel memleket!

Sanki, yok yoksul onca insan doluşmuşuz tıkır tıkır işleyen bir makineye, bastırıp gideceğiz, lakin, şansa bakın ki sürücümüz sürmeyi bilmiyor; zaten ehliyeti de mi yoktur, nedir!

Neyse neyse, az kaldı, ya sabır! Seçim gelecek, her şey çok güzel olacak. Pek güzel olmasa da, olanla idare edecek, kısmet bu kadarmış, diyeceğiz. Az tamah çok ziyan getirir, atalarımız söylemiş, onları gücendirecek değiliz ya!

*** 

Yıllar önce yazdığım bir şiirin sonunda şöyle demişim: Biraz olsun dalgamı geçemez miyim? Geçilir geçilmesine de tadında bırakmalı.

Veba ile kolera yahut, bizim masallarımızdaki anlatımıyla, kırk katır ile kırk satır arasında tercih yapmak durumunda olamayız. Ya tel tel dökülen kapitalist düzeni bir kez daha ve kim bilir kaçıncı kez orasından burasından onarma yolundaki “beyhude gayretlere” seyir bakıp kahırlanacağız, ya da kendi aklımız ve ellerimizle yepyeni bir dünya kurmak üzere kolları sıvayacağız. Asıl seçim budur.