Oradaydılar, âşıktılar, utangaçtılar, titrektiler yaşam karşısında, kimi zaman devrimciydiler göğüslerini siper etmiştiler zorbalığa…
Gönülden gönüle bir yol var. Sanat yapıtları gizlenmiş patikaları görünür kılarken “Anlatılan senin hikâyendir.” diye fısıldıyor kulaklarımıza. Yatay, dikey, derin, uzak, yakın, acı, tatlı, geçmiş, gelecek yaşamın bin bir tonunu barındırıyor bu bütünlük. Bütünlük içinde biriciklik, biriciklik içinde evrensellik, evrensellik içinde özgünlük… İç içe geçmiş zaman parçalarında yaşayan insanlar geçmişin rutubet kokulu sandıklarından ortaya saçılmış siyah beyaz fotoğraftan bize alacaklı, melankolik, coşkulu, sabırsız, öfkeli ve yarım kalmış biçimde bakıyor, bizlere seslerini ve sözlerini duyurmaya çalışıyor. “Yaşamaya Dair”de dediği gibi Nâzım’ın:
Bu dünya soğuyacak,
Yıldızların arasında bir yıldız,
Hem de en ufacıklarından,
Mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
Bu koskocaman dünyamız.
Elimde Sevgili Volkan Algan’ın “Asfalya”sı var. İzmir öyküleri bunlar. İzmir’in uzak geçmişi, dünü ve bugünü… Geçmiş gelecek bir bütün ve yüzler, mekânlar, aşklar, özlemler büyük insanlığın kaderini ve dahi kederini gözler önüne seriyor.
Bitpazarında tezgâh üzerinde dağılmış siyah beyaz fotoğraflar, fotoğrafların içinden bugüne bakan yüzler, yıllardan vurgun yemiş hâlde fotoğrafın köşesine günün uçarı neşesiyle atılıvermiş o günün tarihi, tokat gibi patlıyor suratımızda.
Oradaydılar, âşıktılar, utangaçtılar, titrektiler yaşam karşısında, kimi zaman devrimciydiler göğüslerini siper etmiştiler zorbalığa… Oradaydılar kırmızı güller kuruturlardı en sevdikleri kitapların arasında sevgiliyi hatırlayarak, unuturlardı, hatırlamak acı verdiğinde kaçarlardı, uzaklara dalarlardı, huysuzlanırlardı, hiddetlenir, gizli gizli ağlarlardı: Ama oradaydılar bir babaannenin sayıklamalarında, bir dedenin “Hey gidi gençlik!” deyişinde.
Ne güzel, fotoğraf imgesinden esinlenmiş işte Volkan Algan. Usta işi bir kurguyla buyur etmiş öykülerine Hikmet Bey’i, Mediha Hanım’ı, Melek’i, Nikos’u, Ali Kemal’i, Hristofyas Efendi’yi, Anjeliki’yi, Leyla’yı, Selin’i… Birbirine dolanan mekânlar, birbirinin hayatına karışmış insanlar:
“Biz daha ölmedik delikanlı. Neler gördü bu pençeler, çatılar… Kapımdan kimler girdi, kimler çıktı… Ne savaşlar, devrimler… Mutlulukla danslar da edildi buralarda, yangınlarda insanlar da boğuldu. Bak sana Angeliki’yi anlatayım. Türk’ü, Rum’u, Müslümanı, Yahudisi Kordon’da sevinç içinde yürürken gördüğü genç ittihatçıya vurulan genç kızdan bahsediyorum. Hani Meşrutiyet ilan edildiğinde herkes sokaklara çıkmıştı da…”
İşte öyle, senden önce bir başkası, ondan önce diğeri…
“Pasaport’a gidelim, Kordon’da buluşalım, İstibdat’ı yıkalım.” Anjeliki köşede beklerken Ali Kemal’i, sonrasında “birbirini seven iki insan arasında bir açık yara” izinin “üzerinde tek kelime edilmeden hakkında hep konuşulan bir sır” ra dönüşmesi gibi… İzmir yangın yerine dönmüşken, kurtulurken, “Bu tuhaf günlerde herkes bir yandan hayatının muhasebesini yapıyor diğer taraftan kızacak birilerini arıyor”ken ve “sonunda düşünmekten yorulup öylece bekliyor.”ken… Hikâyeler, yaşantılar birbirinin içinden doğmuş birbirine tutunarak ilerliyor. 1908 Meşrutiyet ilanından Olimpos’a gidiyoruz ve Thebai’ye, karısının yüzünü acıyla hatırlayan Herakles’ten faşistlerle vuruşmaya hazırlanan Niko’ya uzanıyoruz. Bizim çocuklarımız hepsi de; bakmaya doyamadığımız. Ahmet Arif geliyor aklıma “Bir umudum sende, anlıyor musun?” diyor. Volkan bu dizeleri alıyor avcuna ve öykü kişilerinden süzüp getiriyor bugüne fısıldıyor.
Tuhaf çakışmalarla, birbirine yol açan imgelerle anısı güzel Mehmet Bozkurt’un “Tarih Yazıları”na uzanıyor. Atlayıp geçemiyorum. Mehmet Bozkurt’un tarihe yiğitçe bakışını seviyor, tarih sahnesinden etrafa saçılan insanları anlamayı kimi zaman acımayı kimi zaman da özlemeyi öğreniyorum. Gidenler ve kalanların hesabını yaparken sesler seslere karışıyor, imgeler birbiri içinde eriyor. Elimde Volkan’ın öykülerinde ele aldığı izleğin başka bir geçmişe bakış versiyonu olan Annie Ernaux’un “Seneler”i var.
Anton Çehov, “Üç Kız Kardeş”te şöyle diyor:
“Evet. Unutulacağız. Yazgımız böyle yazılmış, elden ne gelir. Bize ciddi, önemli, hem de çok önemli görünen şeyler, gün gelecek, unutulacak ya da önemsiz görünen şeyler, gün gelecek, unutulacak ya da önemsiz görünecek. İşin ilginç yanı, gelecekte neyin önemli ve yüksek değerde, neyin zavallı ve gülünç sayılacağını bugünden hiç bilemeyişimiz. (…) Bize böylesine olağan görünen şimdiki yaşamımızda, gün gelecek tuhaf, yakışıksız, budalaca, pek de temiz olmayan ve hatta belki günahkâr bir yaşam sayılacak…”
Daha yazacak çok şey var oysa. Ama kısaca ve tüm içtenliğimle kocaman teşekkür etmeli Volkan Algan’a “Asfalya” için. Unutturmadığı, yakışıksız gibi gelen yaşamın tüm renklerini olgunluk ve vakarla bugüne taşıdığı için. Nihayet hepsi hikâye ve tüm hikâyeler biricik…