Benim o çok eski arkadaşımın, üstelik çocuk denebilecek kadar gençken, bir komünistten en kayda değer beklentisi farklılık idi sanıyorum.

Aradığı komünisti bulmuş mudur acaba?

İlk olarak yirmi yıl kadar önce söz ettiğim bir öykü bu aslında. Bir kez daha konu edinmem ne kadar yerindedir, kestiremiyorum. Hele böyle üç kuruşla geçinmeye çabalayan insanların bile kur bugün, hatta şu anda ne oldu, nereye yükseldi ya da geriledi diyerek dolar almanın peşine düştükleri, yoksulluk ile çaresizliğin kol gezdiği bir zamanda…

Yine de anlatacağım; bana geçerli görünen bir nedeni var çünkü. Hatta, iki neden: Biri, ülkemiz insanlarının önemli bir bölümünü düpedüz paniğe sürükleyen güncel kargaşadan biraz uzaklaşmaya yardımcı olabilir düşüncesi. İkincisi ise yazının sonunda anlaşılacak.

***

Aynı liseden mezun olmuş iki arkadaştık. Yirmili yaşlarımıza girmemiştik daha. Ben iktisat okuyordum; o maden mühendisliği. Fakülte binalarımız birbirinden çok uzaktı, ama aynı üniversite yurdunda kaldığımız için sık sık görüşebiliyorduk. O görüşmelerin bazıları masa tenisi oynarken olurdu. Amaç spor yapmaktan çok ya da onun yanı sıra yarenlik etmekti. 

Sol eğilimli, sosyalizme merak ve sempati duyan, izlemeye çalışan bir çocuktu. Bununla birlikte, eylemli bir örgütsel bağlanmaya girmez, düzenlenen etkinlik ve eylemlere de “seçerek” katılırdı.

Bir gün, yine böyle bir masa tenisi maçı sırasında, bazen çok şaşırtıcı olabilen meraklı sorularından birini yöneltti: “Sen hiç komünist gördün mü?”

O kadar şaşırmışım ki, karşılanması hiç de zor olmayan bir topu ıskaladım ve bedavaya bir sayı verdim. 

Ne denir şimdi? “Her gün aynaya bakınca görüyorum.”

“Oğlum bırak bu lafları. Gerçek bir komünist tanıdın mı diyorum.”

Bana komünistliği yakıştıramadığı anlaşılıyordu. Biraz bozulmakla birlikte, üniversitedeki öğrencilerin, o arada kendisinin de uzaktan tanıyıp sevdiği devrimci arkadaşlardan birkaçının adlarını sıralayıp “Madem beni pek komüniste benzetemedin, işte onları da sayabiliriz.” demeye getirdim. Sözü uzatmak istemedi; “Tamam, tamam. Oyuna devam edelim.” diye konuşmayı sonlandırdı.

Bir daha bu soruya dönmedi. Ama ben birçok kez dönüp düşünmüşümdür.

***

O düşünmelerimden biri, en başta değindiğim yirmi yıl önceki yazıyla sonuçlanmıştı. Yazıya dökmeden konuştuğum, herhangi bir biçimde dışa vurmadan kendime sakladığım da çok olmuştur. Onlardan birkaçına şimdi değineceğim.

Benim o çok eski arkadaşımın, üstelik çocuk denebilecek kadar gençken, bir komünistten en kayda değer beklentisi farklılık idi sanıyorum. Hem alışılmış, sıradanlaşmış, yinelenmekten başka özelliği kalmamış görünen her günkü ilişkilerde hem de olağandışı ya da olağanüstü durumlar karşısındaki tutum ve davranışlarda farklılık…

İkincisine, benzerleriyle ortaklık gösteren nitelikler, diyebilirim. Komünist denilen insanlar hayata bakışlarında, günlük yaşantılarında, orada kurdukları ilişkilerde ve tavır alışlarında ortak bir kimliğin ayırt edici öğelerini sergiliyorlar mı? Bu öğeler sindirilmiş bir bütünsellik oluşturuyor mu, yoksa eğreti bir görünüm mü ortaya çıkıyor? İşte bunlara benzer sorularla yanıtları…

Üçüncüsü, sorularla anlatmaya başlamışken öyle devam edebiliriz, bu insanlarda kolayca fark edilebilen bir kendini geliştirme çabası var mı? Asıl önemlisi, bu çabanın, bireysel çıkarlar uğruna yakın/uzak geleceğe yönelik bir yatırım olarak değil, toplumsal kaygılarla, emekçi halkın ve insanlığın esenliği için gösterildiği belli oluyor mu? Buradaki “esenlik” sözcüğünün sağlık, sağlamlık, mutluluk türünden anlamları içerdiğini eklersek, muradımız daha iyi anlaşılabilir.

Daha fazla ayrıntıya girmeden söylenirse, sosyalizmin, sosyalizm mücadelesinin bunları da içeren bir ahlak anlayışı vardır. Ancak, sosyalist dünya görüşü, buna dayanmaz. Dünya görüşü yerine ideoloji, teori ya da kuram da diyebiliriz, şu andaki tartışmamız açısından pek fark etmiyor. Engels yoldaşı ve yakın çalışma arkadaşı Marx’ın imzasını taşıyan Felsefenin Sefaleti’nin ilk Almanca baskısına yazdığı önsözde şöyle demişti: Ürünün en büyük bölümünün onu üreten işçilere ait olmayışının adaletsizliğini belirtirsek ekonomi hakkında hiçbir şey söylememiş, sadece ahlaki duygularımızı dile getirmiş oluruz. İşte bu yüzden, diye devam ediyordu, Marx komünistlerin isteklerini ahlaki duygulara değil, kapitalist üretimin kaçınılmaz çöküşüne dayandırmıştı. Kapitalizmin ahlakdışı oluşunu değil, onun içinde bulunduğu ve ona son verecek olan çelişmeleri irdeliyordu. Amacı, artı değer hakkında bir değer yargısı oluşturmak yerine, basitçe, bunun ödenmemiş emekten başka bir şey olmadığını göstermekti.

Biraz daha devam edersek, ölümsüz bir ahlaki doğrunun ve mutlak bir evrensel iyinin olmadığını söyleyebiliriz. Kapitalist ahlak da, bütün öteki egemen sınıfların ahlakı gibi, kendi sınıfsal çıkarlarını zorunlu olarak evrensel iyi ile özdeşleştirir; her ahlaki sistemin özgül bir tarihsel kökeni vardır ve bunlar toplumun belli biçimleriyle bağıntılıdır. Komünist ahlak, tarihsel gelişmenin şimdiki döneminde olabilecek en yüksek ahlaktır; çünkü, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması ve gelişen üretici güçlerin üretim ilişkilerinin koyduğu ayak bağlarından kurtarılması ile toplumu daha yüksek bir düzeye çıkarabilecek tek sınıfın ihtiyaçlarını ve çıkarlarını temsil eder.

***

Bunların hiçbirini konuşma şansını bulamamıştık. Yolun çok başlarındaydık daha, öğrendiklerimiz yetersizdi. Ayrıca, ne yazık mı demeli, ortak yaşantılarımız da uzun sürmedi. Her birimiz farklı yazgılar çizmek zorunda kaldık kendimize.

Bununla birlikte, onlarca yılın ardından, beş altı ay kadar önce tümüyle rastlantılara bağlı olarak o arkadaşımın izini buldum. Mutlaka kendisini de bulacak, bir boşluğu dolduracak, oturup konuşacaktım. Başlıktaki soruyla söze girip “Anlat bakalım kardeşim, aradığın komünistleri bulabildin mi?” diyerek muhabbeti koyultacaktım. Ama karşılaşmamızın bir yakışığı olsun istiyordum, bir yapaylık, bir zorlama olmasın. Doğallığı içinde hoş bir karşılaşma tasarlamaya çalışıyordum. Bir yandan anlaşılması güç bu kaygı, bir yandan her günkü işlerin anlamsız koşuşturması, erteleyip durdum. Derken, iki ay önceydi galiba, bir haber daha aldım: Arkadaşım ölmüş.

Çocukluk günlerimden beri ne çok işitmişimdir oysa, bugünün işini yarına bırakma, derdi büyüklerimiz. Bırakmayalım, iyi de, bugünün ne çok işi var, hepsini yapmak mümkün değil ki…. İster istemez öncelikler devreye girecek.

Neredeyse çıkmaza dönüşen güçlük de burada zaten: Öncelikler hemen her zaman birbiriyle yarışıyor.