Bir mavinin tonlarında dalga dalga sönüp giden kendi iktidar perspektifini yaratamayan ama iz bırakan başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna dair yüreklendiren ama hevesleri kursaklarda bırakan 68.

Anlatılan bizim hikâyemiz

Geçen hafta Annie Ernaux üzerine söyleyeceklerim yarım kalmıştı. Aslında bu ara her yapıp etmemin bende uyandırdığı yarım kalmışlık hissi. Yetersizlik duygusuyla gelmiyor bu his; sadece biraz daha çaba istiyor iç sesim, biraz daha zaman, biraz daha derinleşmek, bir de şu şekilde söylesem daha iyi olur, bak şunu da atlamamalı diyen bir büyük saat beni rahat bırakmıyor.  Böyle olunca “Seneler”den altını çizdiğim ve duygudaşlık uyandıran bölümlerin kimilerini ille de sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazarın kitabından ve pek etkilendiğim ödül konuşmasından hareketle yine yazdım, anlayacağınız.  (Yani ille de bir ara okuyun istiyorum bu kitabı kısacası)

“Herkes için aşırı tetikte olma hâlini zorunlu kılan günümüzün dünyası” diyor Annie Ernaux. Katılmamak mümkün değil imzamı atarım. Sonra bu “herkes” sözünün evrenine aklım takılıyor. Herkes içinde kimler var acaba? Kendimi ayrıcalıklı ve azaplı “herkes” kümesinin içinde konumlandırıyorum. Bir doku uyuşmazlığı sezmiyorum Ernaux’un işaret ettiği ve içinde hissettiği bu toplulukla… Bu aynı zamanda eksiğiyle fazlasıyla gezegenimizin umudunu içinde; kaygılarında, itiraz ve huzursuzluklarında barındıran bir topluluk… “Toplumsal bellek” olarak tanımlanan ve aslında entelektüelin huzursuzluğunu yansıtan oradan entelijansiyaya uzanan, aydına selam çakan, ince ayrımlarına rağmen bir şekilde kapitalizmin yarattığı dehşeti, korkuyu, endişeyi ve öfkeyi hisseden ve bunun sonuçlarını yaşayan bir toplam.

Ernaux, bir başkaldırma dili yaratma peşinde üstelik. Yazdığı biçemdeki aşırı doğrudanlık, “Yalın Tutku”da,  evet yavan da geliyor ama söylediği gibi, hakikatin kendisi çarpıcı. Ancak “Seneler” söz konusu olunca çocukluğuna, kendini oluşturma sürecindeki gelgitlerine, yazdıkça ortaya çıkan anı parçalarına doğru Ernaux’nun zihninin kıvrımlarında ilerliyor, onun gözünden değil ama onunla kendi içime dönüyorum. (“Biz dili” yerine “ben dili” kullanmanın hem mahcubiyetini hem de güvenini yaşıyorum aynı zamanda, Bunu Annie’nin de fark etmiş ve yazmış olması beni sevindiriyor. Bu dili kullanmak, sevgili okur senin gözlerinin ta içine bakmak gibi öte yandan.)

Ödül konuşmasında Ernaux’nun neden “ben” (ben dili) demeyi tercih ettiğini anlatan uzunca bir bölüm var aşağıda ama mealen aktarmak yerine Ernaux’nun vurgularıyla vermek istiyorum bu “ben kişisi” tercihini.

“”Ben” demeye devam etmem gerekiyordu. Edebi kullanımda yazardan bahsederken birinci tekil şahıs –çoğu dilde konuşmayı öğrendiğimiz andan başlayıp ölene dek varlığımızı sürdürmemizi sağlayan kullanım– tercih edilmesi, kurmaca olarak sunulan “Ben”e kıyasla narsistik kabul edilir. O zamana dek hatıratlarında savaştaki kahramanlıklarını anlatan asilzadelerin ayrıcalığı olan “Ben”in 18. yüzyıl Fransa’sında bir demokratik fetih, bireylerin eşitliğinin ve kendi hikâyelerinin öznesi olma haklarının bir tasdiki olduğunu anımsamakta fayda var. Tıpkı Jean-Jacques Rousseau’nun İtiraflar’ının girizgâhındaki gibi: “Ve hiç kimse, halktan biri olduğum için okuyucunun dikkatine layık bir şey söyleyemeyeceğimi iddia etmesin. […] Nasıl bir muğlaklık içinde yaşamış olursam olayım, Krallardan daha fazla ve daha nitelikli düşünmüşsem, ruhumun hikâyesi, onların ruhunun hikâyesinden daha enteresan demektir. Beni motive eden bu bayağı kibir değil (gerçi, bununla birlikte…), “Ben”i –hem maskülen hem feminen olan bu formu– hisleri yakalayıp aktarabilen bir keşif aracı olarak kullanma arzusuydu: Hafızanın gömdüğü hisler, çevremizi saran dünyanın bize duyumsatmayı sürdürdüğü hisler, her yerde ve her zaman. Önkoşul olarak his, benim hem kılavuzum hem de araştırmalarımın özgünlüğünün teminatı oldu. Ama ne uğruna? Hayat hikâyemi anlatmak veya kendimi hayatımın sırlarından azade kılmak uğruna değil, yaşanmış bir durumun, bir vakanın, romantik bir ilişkinin şifresini çözmek ve böylece yalnızca yazının vücuda getirebileceği ve bir ihtimal başkalarının bilincine ve anılarına aktarabileceği bir şeyi ortaya çıkarmak uğruna. Aşkın, acının ve yasın, utancın evrensel olmadığını kim söyleyebilir? Victor Hugo şöyle der: “Birimiz bile yalnızca kendimize ait bir hayat yaşama onurunu tecrübe etmemişizdir.” Ancak her olay fütursuzca bireysel kipte yaşandığından –“Bu benim başıma geliyor”– bu olaylar ancak kitaptaki “Ben”in bir anlamda şeffaflaşmasıyla ve okuyucunun “Ben”inin bu alanı doldurmasıyla aynı şekilde yorumlanabilir. Başka şekilde ifade edilecek olursa, bu “Ben”in kişi-ötesi olmasıyla”

Muazzam değil mi? Yalnız kendimize ait bir hayat var mı? Hugo’nun dediği gibi yok. Hiç olmadı, insan, biz, ben bütün toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak kendimizi var ediyor,  olduruyor, şekillendiriyor, şekilleniyoruz. Üstelik bu, yazık ki her zaman iradi müdahalemizin sınırları içinde de olamıyor, olamaz da. İnsan hem rüzgârın önünde savrulan bir kuru dal hem de rüzgâra karşı yürüyen, mavilikleri hayal eden tunçtan baştan aşağı irade…

Geçelim, Fransa’nın 68’ine geçelim. Ama geçmeden önce Ernaux’un “minnacık bir evin bahçesinde ebruli hanımeli açan” kasvetine yönelik hissettiklerine kulak verilim.

““Durmaksızın biraz sonrasını planlamak” içinde koşuştururken “Artık kendime ait hiçbir fikre sahip değilim. Hayatımı açıklamaya çalışmayı bıraktım ve “tam bir küçük burjuva oldum çıktım.” Önceki amaçlarından saptığı, sadece maddiyatla uğraştığı hissine kapılıyor. “Bu sakin ve konforlu hayata yerleşip kalmaktan, farkına varmadan yaşayıp gitmekten korkuyorum.”

Ve Fransa’nın 68’i bir epifani ile gelir.

“Bizler, aslında iş hayatına hiç gerçekten asılmamış, satın aldığımız şeyleri sahiden istememiştik, polise kaldırım taşı fırlatan neredeyse akran olduğumuz öğrencilerde kendimizi görüyorduk. (…) Dünyaya geldiğimizden beri ne gördüğümüz ne işittiğimiz ne de mümkün olabileceğini sandığımız şeyleri görüp duyuyorduk. Ezelden beri riayet edilen yerleşik kurallara göre yönetilen ve ancak belli kesimlerin girmesine izin verilen üniversite, fabrika, tiyatro gibi mekânların kapıları şimdi herkese açılıyor ve buralarda gerçekleşmesi öngörülen şeyler dışında her şey yapılıyordu, tartışılıyor, yemek yeniyor, uyunuyor, sevişiliyordu.  Resmi ya da kutsal mekân diye bir şey kalmamıştı. Hocalarla öğrenciler, gençlerle yaşlılar, mühendislerle işçiler birbirleriyle konuşuyor, hiyerarşiler ve mesafeler sözün içinde mucizevi bir şekilde çözülüyordu. (…) Davranışlardaki özgürlük, bedenlerin enerjisi nefes kesiciydi. Eğer devrimse bu, işte buradaydı, canlarının istediği yere kuruluveren bedenlerin gevşeyip rahatlamasındaydı. Ve Başlamıştı. De Gaulle yeniden ortaya çıktığında -nereye kaybolmuştu? – hâlbuki geri dönmemek üzere gittiğini umuyorduk –tiksintiyle büzüştürdüğü ağzıyla chienlit’den (çapulcu)  söz etti.  (…) Bir işçi liderin ortaya çıkmaması kafamıza takılmıyordu. Komünist Parti’nin ve sendikaların yöneticileri baba edalarıyla ihtiyaçlarla istekleri belirlemeye devam ediyordu. Sanki satın alma gücünü artırmak ve emeklilik yaşını indirmekten başka elde edilebilecek daha iyi bir şey yokmuşçasına, hükümetle pazarlık yapmaya koşturuyorlardı; hâlbuki hükümet tarafında hayat emaresi bile görülmüyordu.”

Bir mavinin tonlarında dalga dalga sönüp giden, kendi iktidar perspektifini yaratamayan ama iz bırakan, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna dair yüreklendiren ama hevesleri kursaklarda bırakan 68. Öte yandan o güne kadar normal bulunan her şeyin sorgulandığı bir isyan durumu. “Gezegende hiçbir şey bize yabancı olmamalıydı, okyanuslar da, Bruay-en-Artois cinayeti de, bütün mücadelelerde taraftık: Allende’nin Şili’si, Küba, Vietnam, Çekoslovakya. Sistemleri inceliyor, modeller arıyorduk. Dünyayı baştan aşağı politik okumadan geçiriyorduk. Ana sözcük “kurtuluş”tu.”

Bir saman alevi miydi 68? Değil elbette ama kaçırılmış bir geleceğin ardından Ernaux’nun yansıttığı duygu çok içtenlikli “Gelecek tahayyülü, eylülde okullar açılır açılmaz ajandamızda tatil günlerini içine almakla sınırlıydı.” İşte belki tam da budur 68’in yitikliği, bıraktığı bu kırıklık, inançsızlık; likidasyonun bir tsunaminin çarptığı kıyılardan geri çekilirken bıraktığı fotoğraf gibi güzel ve mümkün olan tüm tahayyülü ve birikimi şekilsizleştirip derdest etmesidir kim bilir?

“Charlie Hebdo ve Libêration okumak, devrimci bir haz cemaatine aidiyet ve her şeye rağmen, yeni bir Mayıs 68 için çabaladığımız inancını ayakta tutuyordu.”

Sonra mı sonrası ne iyilik ne güzellik… Kendi deniz fenerlerini sapanla kırmaya yeltenen zaman zaman da alaşağı eden entelijansiyanın, entelektüelin, aydının karanlık denizlerde ışıksız kalması, yolunu yönünü yitirmesi, iç sızısını, duyduğu derin boşluğu “ileri liberal toplum”un dayattığı modernite versus postmodernite sarmalında dindirmeye çalışması.  Yeni dünya düzeni ve küreselleşme kasırgasında giderek kekemeleşmesi dolayısıyla “artık hiçbir şeyin siyasal ve toplumsal olmadığı” dayatmasıyla bir cilalı imaj devrine teslim olayazması.

Ve bitmek bilmeyen seçimler, seçimler, ehven-i şer boyunduruğuyla seçimler… De Gaulle, Mitterand, Chirac, Mitterand, vs.” Marx’la, Sartre’la dünyayı değiştirmeye bağlananlar için buralarda en ufak bir umut yoktu.” derken giderek erimek, bezmek, yorulmak, bıkmak, pelteleşmek mi var yolun sonunda?

“Bizi esas bezdirenin ne olduğunu bilmiyorduk, kime daha çok güveniyorsunuz temalı kamuoyu yoklamalarıyla tepeden bakan yorumlarıyla medya mı, siyasetçiler ve işsizliği azaltma, sosyal sigorta açığını kapatma vaatleri mi, yoksa metro istasyonunun der daim bozuk olan yürüyen merdiveni, postanedeki ve Carrefour’daki kasa kuyrukları, Romanyalı dilenci kadınlar mı? Bütün bunlar için sandığa oy pusulası atmak, alışveriş merkezinde bir çekilişe katılmak için kutuya pusula atmak kadar beyhudeydi.”

Çarpıcı değil mi?

Peki, Ernaux’un aslında toplumsal belleği kişisel tarihi üzerinden minik patikalardan oya gibi işleyişi sonrasında bana/bize kalan ne?  Yitirdiğimizde bulduğumuz o şey nedir sevgili okur?

Neyi yitirdik hakikaten?

Neyi yitirmiş olabiliriz?

“Seneler”in eriyip dağılması, geçmiş zaman kipinde asılı kalan tamamlanmayan, tamamlanamayan, ucubeleşmiş gibi gelen, yarım kalmış, belirsizleşmiş, örtülmüş, gizlenmiş, saptırılmış, sığlaştırılmış ve her şeyden önce alabildiğine saldırıya uğramış, direniş hattına çekilmiş, elimizden akıp giden hayatlarımız ve mücadelemiz mi?

Yoksa alabildiğine, tüm eksik ve yanlışlarına rağmen içtenlikle yüzleşebildiğimiz, durup dinlendiğimiz, soluklandığımız yerden yola devam edecek gücü kendimizde ve ardımıza aldığımız tarihte ve tüm haklılığımızla bulduğumuz o göz kamaştırıcı karar anları mı?

Karanlık mı?

Soğuk mu?

Kış mı?

Robin Hoodların yardımıyla “ışık biraz daha ışık” diye bitireyim bu yazıyı öyleyse.