Pars doğasına kavuşuyorsa eğer, sıra bize de gelir mi ki? Ama öyle geçmişe giderek değil, geleceğe yürüyerek… Mümkün mü ki?

Anadolu Parsı

Yalan değil! Basit, sıradan köylülerdik. Hatta köylü bile değildik. Göçer konardık, uzaklardan geliyorduk. Avcı-toplayıcılıktan yeni çıkmıştık; hatta belki daha çıkmamıştık. Zihnimiz de düşünce dünyamız da konar göçerdi. Kona göçe Anadolu’ya kadar gelmiştik. Gelmiştik ve hayatımız da değişmişti buralarda.  Hayatı topraktan üretmenin yeni, yepyeni bir yöntemi ile karşılaşmıştık bu yüksek platoda. Karnımızı doyurmanın, daha çok doyurmanın yoluydu bu aynı zamanda.

Doyurmak dediysem şimdiyle karşılaştırmamak lazım. Çoğumuz için doymak açlığın bir tık üstüne çıkmıştı, hepsi bu. Ovalara pek inmeden yaylalara yerleşmiştik. Bizlere sadece kıraç topraklarda, az verimli düzlüklerde yer vardı ve başlamıştık uğraşmaya. Hayatı üretmenin bu yeni biçiminde topraklı ve de topraksız kölelere dönüşecektik. Aramızdan bazılarımız ise efendi olacaktı, oldular. Kabul ettik.

Kabul ettik çünkü konar göçerliğe göre bir tık daha iyiydik. Daha iyiydik ve düşüncelerimiz de hayatı kavrayışımız da değişmişti: bir kitabımız da olmuştu artık, yarı-köleliğe geçişimizi anlamlandırmak için. Köleliği kabul etmeyenlerimiz ise yarı aç, yarı tok dolaşmaya devam ettiler ormanlarda, kırlarda… Saklandılar yüzyıllarca. Sonradan, yani yüzyıllar sonra bizler çoğalıp da işlediğimiz toprak efendilerimize yetmediğinde gidip onları bile yerlerinden edecektik. Onlar isyan edecek bizler de efendilerimizin ordularında onları kılıçtan geçiren askerlere dönüşecektik.

Ama işte basit köylülerdik. Uzaklardan gelip buralara yerleşmiştik. Azımız toprağın “sahibi” çoğumuz ise yeni üretim biçiminin yarı köleleriydik artık. Toprağı sürmek, işlemek, hasat ve imece gibi yeni birçok şey öğrenecektik ama yüzyıllar içinde birçok şeyi de unutacaktık. Mesela doğayı, suyu, ormanı. Kuytuyu, karı ve soğuğu. Kıl çadırlar unutulacak, kerpiç evlerimiz olacaktı artık. Aydan bir takvimimiz olacaktı. Zaman olacaktı. Mevsimler.

Basit, sıradan köylüler olarak unutacaktık dedim ya suyu, ağacı, ormanı… Ama orman yine de yakın olacaktı köylerimize, tarlalarımıza. Uğultusu duyulacaktı soğuk kış gecelerinde. Bizlerle pek konuşmayacaktı artık orman; zaten öyle şeyler geride, çok geride kalmış olacaktı. Ancak hikâye, efsane, söylence olarak dilden dile aktarılacaktı. O kadar. Bu dünya zaten artık zahiri olan olacaktı. Ve yeni düzenimiz oturdukça doğanın yerini de şükür ve tevekkül alacaktı.

Yine de orman yakın olacaktı köylerimize, üç dirhem buğday çıkardığımız, tıknaz camızlarımızla sürdüğümüz tarlalarımıza. Keserken tarlalarımızın hemen bitişiğindeki ağaçları, nedenini hatırlayamayacak ama yine de özür dileyecektik kuşlardan ve de ağaçtan. Yeni üretimin ve onun ortaya çıkardığı yeni dünyamızın içinde kaybolup gitmiş olacaktı ağaç, kuş, dünya. Doğa nedir bilmeyecektik. O tür bir kafamız artık çoktan kalmamış olacaktı. Aslolan öte dünya olacaktı.

Yine de uğuldayacaktı orman. Çeşit çeşit hayvan çıkıp gelecekti oradan. Ya da sessizce geçip gidecekti zaman zaman aramızdan.

Domuz, tilki, tavşan. Kartal, şahin, ayı ve... Ve pars.

Evet, domuz çoktu, ideolojimize göre yozdu ama bazen ailece ve hatta sülalece dadanacaklardı kıt kanaat geçindiğimiz bahçelerimize. Kovalayacaktık. Ayı ise bal için karıştıracaktı ortalığı. Kartalı sevecek, tavşanı avlayacaktık. Tilkiyi vuracak, şahini uçuracaktık. Parsı ise ara ara görecektik. O kadar.

Günler öylece geçip gidecekti.

Gidecekti ama artık basit, sıradan köylülere dönüştüğümüz için ve yeni üretimin içinde yeni bir zihin dünyamız olduğu için doğanın anlamı da değişmiş olacaktı. Ve de tabi ki parsın. Tilkinin ve de kartalın… Toprağın yarı kölesi olarak ara ara tevekkül ederken önemi pek kalmayacaktı artık ormanın.

Belki de bu nedenle, aradan yüzyıllar ve hatta bin yıl geçip de iyice yayıldığımızda buralara artık tanımaz hale gelmiş olacaktık kuşu, yılanı ve de parsı. Halbuki bizden önce taşlara bile işlenirmiş, höyüklere gömülürmüş pars. Ama taş, zaten, biz basit, yoksul, sıradan köylüler için çoktan lükse dönüşmüş bir şeydi. Biz o koca yüzyıllar boyunca ancak kerpiç insanı olabilmiştik ve de yüzyıllarca boyunca da öyle kalacaktık. Aklımız da görgümüz de işimiz de inceliğimiz de ancak toprağın verdiği zenginlik kadar olacaktı. Daha doğrusu boyun eğdiğimiz üretimin içinde yarattığımız zenginliğin bize bırakılanı kadardık. Kerpiçtendik.

Kerpiçte ise parsa yer yoktu. Kartala yer yoktu. Şahine, tilkiye ve ayıya da yer yoktu. Domuza ise hiç ama hiç yer yoktu. Bizler sıradan, basit köylülerdik. Ardımıza iz bırakmak aklımıza bile gelmezdi.

İşte aradan yüzyıllar geçip de Anadolu’ya iyice yayıldığımızda birçok şey gibi parsı da çoktan unutmuş olacaktık.

Zaten o sıralarda çok şeyler olmaya başlayacaktı: savaşlar, gelgitler, ölümler. Depremler, yıkımlar ve felaketler. İtiş kakış artacak da artacaktı. Köye, kıra, oradaki üretime sığmaz olacaktık. Köyler yavaş yavaş kasaba olacak, kasabalar da şehir. Yeni efendiler çıkacaktı oralarda: tüccarlar, fabrikatörler, sanayiciler gibi. Biz ise halen bu değişimin ancak ve ancak gölgesinde kalmış olacaktık.

Üretim, karmaşıklaşan ilişkileriyle orada, şehirde değişecek, bizlere ise şehrin yolları açılacaktı.

Açıldı da. Göçtük şehirlere. Bir ara forma dönüşmek üzere… Makinelerin birer parçası olmak üzere… Bizzat makine olmak üzere…

Sermaye, yani “baş maya” için.

Köylerimizi yavaş yavaş geride bıraktık.

Zaten o kadar çoğalmıştık ki tüm Anadolu’da 40 koca milyonduk artık. 40 milyon! Gelgitler ve değişim içinde bir ara forma dönüşüyorduk yavaştan ama zihnen hala köylüydük. Basit, sıradan.

Sonra... Sonra tarih hızlandı. Şehirlerde o yeni tip kölelik yükseldi: Makine köle! Baş maya için yaşayan ve de unutan! Baş maya için uyuyan ve de bir türlü uyanamayan!

Tamam, daha kolay, daha zahmetsiz, daha yabandı artık hayatımız. Çünkü, bakmayın yüzyılların tıngırtısına, topraktan çıkarmak hayatı, hep zordu. O zorluğun yanında ise şehrin ışıkları bizim oralardan, uzaktan hep ışıl ışıldı. Böylece başladık milyonlarca göçmeye. Milyonlarca ücretli köle olup aktık şehirlere. Aktık, aktık, aktık.... Çoğalırken göçtüğümüz şehirlerin ışıkları, tek tek kapanıyordu artık köylerimizin kapıları.

Sene 1974’tü. İşte en son o zaman gördük Parsı. Ne olduğunu bile anlamadık. Tanımadık. Bilsek vurmaz mıydık? Sanırım yine de vururduk. Öyle bir uzaktık. Tası tarağı toplayıp şehre iyice yerleşmeden az önce son Anadolu Parsı’nı vuran da biz olduk.

Hatırlarız hâlâ! Biçare, cansız serildi önümüze. Başımıza gelenlerin ve de geleceklerin anlatısı gibiydi o an. Kendi olmaktan çoktan çıkmış ama kendine de bir türlü dönmeyen kayıp zaman canlılarıydık bizler. Parsın ve de kendimizin kıymetini çoktan unutmuştuk. Bedeni önünde poz verirken hayatımızda ilk kez gördüğümüz kameraya, hiç bilemden şehirli bir iz bırakıyorduk köylü kılığımızla.

Pars bitti, biz gittik.

Köylerde, dağlarda rüzgâra kapılıp savrulan gölgelerimiz kaldı geriye.

Pars, muhtemelen 1980 gibi son bir hamle yaptı; doğa, tarih ve kendi adına… Ve muhtemelen o yılın Eylül’ü gibi de ağır yaralı çekildi bir kenara. Bir mağaraya sığındı belki de. Belki de bastı gitti başka coğrafyalara. Kim bilir?

Sonra…

Sonra sene oldu 2022. İyiden iyiye boşaldı kırlar. Issızlaştı köyler. Eskinin 40 milyon köylüsü olduk şehirlerdeki 80 milyon emekçi. Arada gittik oralara ama ağır ağır eridi o kerpiç evler, yıkıldı taş köprüler. Tenhalaştı bahçeler, çoraklaştı tarlalar. Ve dağı taşı delenler dışında kimseler uğramaz oldu kuytulara. Belki de doğa, doğaya kaldı en sonunda!

İşte duyduk ki o zaman, yani biz köylerimizden çıktıktan neredeyse 50 yıl sonra, geri gelmiş Pars dağlara. Olacak şey değil! Belki kurt da geri gelmiştir, tavşan da, tazı da. Kim bilir? O kadar boşalınca kırlar ve hayat sıkışınca kentlere bu kadar, o yaralı Pars sığındığı mağaradan çıkıp yeniden yürümüştür belki de dağlarımızda. Kim bilir?

Bizler ise… Bir zamanların basit, sıradan köylüleri ve şimdinin uçsuz bucaksız şehirlerinde sıkışıp kalmış, kendini çoktan unutmuş tarihsiz emekçileri... haberini alınca Pars’ın, çok sevindik... Nedensiz, sebepsiz.

Ve de çok düşünmeden…

Ama sorarak: Pars doğasına kavuşuyorsa eğer, sıra bize de gelir mi ki? Ama öyle geçmişe giderek değil, geleceğe yürüyerek… Mümkün mü ki?