'Tekrarlayarak bitireyim; Mesele Erdoğan'ı göndermek değil esas mesele kamucu, planlamacı, bağımsız yeni bir cumhuriyet kurabilmeliyiz.'

Ama, durun bir dakika...

Herkesin her şeyin en doğrusunu bildiğini düşündüğü ülkemizde kimse kimsenin ne dediğini dinlemek dahi istemiyor.

Bir taraf Erdoğan'a karşı eleştiri yüklü tek kelimeye bile tahammül göstermezken, bir diğer taraf ise yaşanan bütün kötülükleri onun sırtına yüklemeye çalışıyor.

Ben de her hafta milyonlarca harften oluşan kelimelerle resimler çizerek bir yandan 'Ama, durun bir dakika...' diyerek Erdoğancıları, bir yandan da 'ama, zaten siz de aynı ekonomi politikaları savunuyorsunuz ve geçmişte aynı sonuçları yaşamıştık' diyerek bu zihin bulanıklığı salgınına karşı iki tarafı da uyarmaya çalışıyorum.

Bu, ülkemizi sanki iki zıt kutba ayrılmış gibi gösterse de aslında tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Liberal entelektüel zihni iklime yapışık politik okuma ve buna paralel pozisyonlanma, ekonomi ve sosyal teori alanlarında meseleleri bütüncül olarak kavrama eksikliğine delalet ediyor olabilir.

Buna verilebilecek sayısız örnek arasından tarafların yaşanan ekonomik krize yaklaşımlarını gösterebiliriz.

Mesela, Erdoğan'ı her konuşması ile döviz kurlarını arttırmakla suçlayan, enerji başta olmak üzere gıda fiyatlarındaki artışlarla vatandaşın hızla yoksullaştığını savunanlar 1994, 2001 ve 2008 yıllarında yaşanan krizlerinin nedeni konusunda hiç konuşmuyorlar.

Krizlerin sorumlusu olarak o dönem iktidarda kim varsa onu gösterip, krizi üretenin sistem olduğu gerçeğini perdelemek en bilinen yöntem.

Onlara göre 1994 yılında Çiller ile İnönü/Karayalçın, 2001'de Ecevit, Bahçeli, Yılmaz hükümetleri suçluydu. Yine onlara göre 2008 yılına kadar Erdoğan iyiydi ama o tarihten sonra kötü kararlar vermeye başladı.

Her krizde bir iktidar devrildi ama Erdoğan gerçeği görecek kadar iktidarda kaldığı için bunun, bazen 'eyy dış mihraklar', bazen de 'eyy IMF' diyerek işine geldiği gibi ve işine geldiği kadarını anlatıp, küresel düzen ve onların silahlı örgütü NATO'ya karşı sadakatinde kusur etmeyerek içerideki iktidarına halel getirmemeyi bildi.

Elbette Erdoğan'ı savunmuyorum. Meselenin Erdoğan'dan daha büyük olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Bugün yaşananların tek sorumlusu olarak Erdoğan'ı gösterenlerin halkın gerçeği görmesini engelledikleri için en az onun kadar sorumlu olduklarıdır meselenin bir yüzü de.

Bu sadece ülkemizde oynanan bir tiyatro da değil üstelik.

2019'da ABD'de Trump'ın karşısına çıkacak Demokrat adayı bulmak için yapılan seçimlerde yarışan ve halen senato üyesi olan Elizabeth Warren, Foreign Policy dergisinde, ABD’nin yabancı ülkelere dayattığı özelleştirme politikaları ile yanlış yaptığını söylemişti. Neoliberalizmi de ”Ekonomimizi zayıflatmaya çalışanlara karşı koymazsak, demokrasimizin yok edilmesini seyredeceğiz" sözleriyle eleştirince partisinin ileri gelenlerince çelmelenip yarış dışına itilmişti. 

Warren, ABD tarafından ihraç edilen ve içine Türkiye’yi de dahil ettiği ülkelerde uygulanan neoliberal politikaların sonuçlarını eleştirirken, bu ülkelerde sistemin lideri besleyen ve sadık kalanların servetini arttırdığı, bununla birlikte iktidara sahip olanların yozlaşmış ekonomi politikalarıyla kendisine sadık kalan sermayeyi beslerken nüfusu da vahşice kontrol altında tutarak iktidarlarını sürdürdüğünü anlatmıştı.

Bu tarif dudağınızın ucuna bir isim getirmiştir kuşkusuz ama onun sorumluluğu da anlatılan mekanizmayla sınırlı.

Ülkemizin adını vererek "IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile dayattığımız politikalarla birçok ülkeyi karanlığa sürükledik, yok ettik" diyen sistemin kalbindeki bu siyasetçiler, gerçeğin bir bölümü de olsa olup bitenleri yazıp-anlatıyorlar.

Ama burada ise IMF ve Dünya Bankası politikalarının uygulanması için yasa çıkaranlar, bunun uygulamasını yapan teknokrat ve bürokratlar ve bu kirli yasaları uygulayanları başarılı bulan siyasetçiler, yıkımın sorumlusu sistemi kurtarmak için ağız birliği edercesine Erdoğan'ı şeytanlaştırmaya çalışıyorlar.

Bu, F-16 savaş uçaklarının üreticisi Lockheed Martin şirketinin yöneticilerinin, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın adının da geçtiği bir rüşvet mekanizmasını itiraf etmelerine rağmen ülkemizde bu konuda kimsenin kılının bile kıpırdamaması örneğine çok benziyor.

Sistemin beşiğindeki ülkeler bu ekonomi politikasının ulusal güvenliklerini tehdit ettiğini ve ihraç ettikleri ülkeleri karanlığa sevk edip yıktığını söylüyor ama o yıkılanlardan birisi olan ülkemizde, ana akım muhalefet partileri ve oluşturdukları ittifak, yaşanan her şeyin tek sorumlusu olarak Erdoğan'ı gösterip sömürü çarkını gizlemeye çalışıyor.

Bizim işimiz ise bütün olup bitenlerin nedenine ışık tutarak, gerçeğin peşinden gitmek. 

Tekrarlayarak bitireyim; Mesele Erdoğan'ı göndermek değil esas mesele kamucu, planlamacı, bağımsız yeni bir cumhuriyet kurabilmeliyiz.