Canı çıksın. Değil mi!

Peki ya üste çıkana ne olsun? Esas soru bu değil mi?

Altta kalanın...

Asgari ücret açıklandıktan hemen sonraydı. Müphem bir yol çalışmasından dolayı keşmekeş olmuş bir trafikte sıkışıp kalmıştım. Bir taksinin içinde. Taksi şoförü beklemekten sıkılmış, muhabbete girmekle girmemek arasında gidip geliyor. Çok belli. Bir yandan sosyal medyada yükselen “asgari” tepkilere göz atmaya çalışıyorum bir yandan da geç kaldığıma dair mesajlar yazmaya çalışıyorum. Sıkışıklık uzun, belli. Şoför sıkılıyor artık, söze giriyor.

Emekli “kamu” güvenlik görevlisi olduğunu belirtiyor önce. Kamunun altını çiziyor ve ekliyor “Emniyet’ten değildim, şimdikiler gibi güvenlikçi de değildim. Müzeleri koruyorduk biz...” Ören yerleri geçiyor aklımdan, sütunlar ve etrafa saçılmış büyük mermer parçaları. Farklı isimler sayıyor, birlikte çalıştığı müdürler, müzeciler. Hiç birini tanımıyorum. İzmir’in uzak geçmişi gibi geliyor. Anlattığı o günler de değil ama sanki 80’leri konuşuyoruz. Fi tarihini! Kamuda insanların güvenlik görevlisi de olabildiği yıllar...

“Çok” geride kaldığı ve arada “fark” olduğu için kamuyu vurguluyor şoför. Şimdi her yer ama her yer genç, kentli, üniversite mezunu “güvenlikçiler” ile dolu. Oldukları yere, zamana hapsedilmiş, mutsuz ve çaresiz emekçiler olarak bekliyorlar, koruyorlar. Neyi, kimi, belli değil. Güvenlik hizmetlerinden beslenerek semiren, semirdikçe başka alanlara da giren şirketler var artık şu ülkede. Müzeleri kamu adına koruyan kalmadı ya her yer özel şirketlerin artık.

Aradaki farkı vurguluyor şoför de. Geçmişin, yıllar içinde, öyle ya da böyle “kamu” değerlerini üstüne giyen, kolektif biçimini alan memuru değil söz konusu olan. Muhtemelen artık geçmişin o “kolektif atmosferi” de yok. Sermaye herkesi tüketici bir yalnızlığa hapsettiğinden bu yana... Hepimiz birer makine insanız artık: atılan, satılan, değiştirilen, tüketilen. Şoför bunu hissediyor, tarif edemiyor. Olsun...

Takside bir anda bunlar geçiyor aklımdan. Şoför konuşmaya devam ediyor. Emekli olduğunda emekli ikramiyesi 125 bin liraymış. Yarısıyla Doblo almış; ikinci el ama çok az kullanılmış. Yeni gibiymiş. Kalanıyla da borçları kapatıp oğlunu evlendirmiş. “Şimdi emekli olan bir memur için Doblo hayal!” diyor. Doğru, bir Doblo için şimdi en az beş kez emekli olmak gerekiyor. Haftaya belki altı olur!

Ama sözü esas asgari ücrete getirecek. “Şimdi eğri oturup doğru konuşalım; Almanya’da da asgari ücret, oranın fiyatlarına göre...” diye lafa başlıyor ama telefonu çalıyor o sırada. Yarım kalıyor sözü. Trafik uzamış durumda. Sahil boyunca kilometrelerce duruyor, kıpırtısız. Gözüm dışarıda, “Tır falan mı devrildi ki!” diye düşünüyorum! Ülke zaten binlerce devasa yaşamın devrildiği bir yer gibi ya artık. Aklıma ancak devrilmeler ve devrimler geliyor. Takside bile!

Açıyor telefonu şoför. Arayan gelini. Sesi bana kadar geliyor. İncecik. Neşeli. Şaşırmalar, tabi ya kızımlar, “beş binin üstü geçer eline” ve sevinçler geçiyor konuşmanın içinden. Telefon şöförün sol elinde. Kolu cam kenarına dayalı. Sağ eliyle direksiyonu tutarken bedeni de sola doğru kaykılıyor. Hafif bir keyif, bir anlık gevrek bir rahatlama sanki. Bir tür yukarıdan tabana doğru yayılan bir özgüven hali içinde... Sanki! Ben de tam o sırada, devasa bir TIR’ın boylu boyunca yola devrildiğine kanaat getiriyorum. Eminim.

“Benim gelin” diye lafa yeniden giriyor şoför. Telefon kapanmış. Müjdeli haber konuşulmuş. Özel bir hastanede hemşireymiş gelin. Mesailerle birlikte asgari ücretin biraz üstü geçiyormuş eline. Şimdi, yeni zamla birlikte eline 5000 geçeceği için şaşkınmış. “İyi para” diyor şoför. “Böyle iki maaş giren eve bir şey olmaz” diye ekliyor. Devrilen tırdan yola kaygan ve yapışkan bir cerahatin yayıldığını düşünüyorum artık. Kesin öyle. Tüm trafik durmuş; hatta tüm ülke, tüm kent durmuş, yola yayılan cerahatin başına toplanmış herkes; neyi nasıl temizleyeceklerini düşünüyorlar. Sanki... Trafik kımıldamıyor. Şoför konuşuyor.

Sıradan bir yurdum insanı olduğunu düşünüyorum. Sıradan bir yurdum taksisinde, sıradan bir trafik sıkışıklığında... Genç hemşire hanım için seviniyorum. Daha doğrusu onun şaşkın mutluluğuna seviniyorum. Dünyada mutlu olmanın, şaşırarak sevinmenin hâlâ mümkün olduğunu hatırlatıyor bana. İnsani. Sevgililikleri henüz bitmemiş eşiyle birlikte akşam evde buluştuklarında hem sevineceklerini hem de ülkenin gerçekliğine doğru yuvarlanacaklarını düşünüyorum.

Tırın yolda öylece, az sonra son nefesini verecek, ince uzun boyunlu bir hayvan gibi sere serpe yattığını düşünüyorum sonra. Gözleri açık. Başına gelenlerle dehşete kapılmış gibi. Ve artık orada da değil sanki. Devrilmiş ve içinden akan vıcık vıcık sıvıyla öylece yatıyor yolun ortasında.

Taksi hareketleniyor o sırada. Önümüz açılıyor. Yarım saattir beklediğimiz yerden iki dakikada geçiyoruz. Ne bir kaza, ne bir işaret, ne de tır! “Yol çalışması vardı herhalde” diyor şoför. “Akıl tutulması vardır” diyorum, yanıt olarak. Ağzımdan çıkıveriyor. Aynadan bakışıyoruz.

Bayraklı’ya ulaşıyoruz en sonunda. Yarım saat geç kalmışım. Parayı uzatıp iniyorum taksiden, “üstü kalsın” diyorum. Oğlana ve genç hemşire kardeşimize de selamlar diye eklemiyorum. İçimden geçiyor ama eklemiyorum. “Üstü kalsın” diye yineliyorum kendi kendime.

Eski bir arkadaşımla buluşacağız. Yıllar olmuş görüşmeyeli. Mühendislik okuyup sonra hiç mühendislik yapmayıp, bir aracılık şirketinde çalışmıştı. “Mühendisliği hayat yedi” demişti yine yıllar önce. Lobiden giriyorum. Plaza işte. Mutsuz ve yaşlı bakışlı, genç güvenlik elemanı adımı ve nereye geldiğimi soruyor. Taksi şöförü geçiyor aklımdan o sırada. Ve gelini, oğlu... Ve tabii ki müze bahçesindeki Doblo...

Bilgileri verip asansöre koşuyorum. 22. kata çıkacağım, Körfez manzaralı teras restorana. Arkadaşım orada kalıyor ya da ona benzer bir şey işte. Belli ki akçeli işler içinde...

Buluşuyoruz. Yaşlanmış. Saçlar gitmiş göbek gelmiş. “Oğlum, aynı duruyorsun!” diyor. “İçim yaşlandı” diyecek oluyorum, susuyorum. Geçmişe ışınlanıp geri geliyoruz. O çok yiyor, bense çok içiyorum. Çocuklar ve hayattan bahsediyoruz.

“Napıyorsun?” diye soruyor: Üniversitenin b*ktanlığını, daha doğrusu üniversitede her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu anlatıyorum. İstifa edesim var ama mücadele etmeden hiç bir yere gitmeyeceğimi söylüyorum. Gülüyor. Gülüşünde hâlâ eski günler var. Azıcık; kenarından. Ben de gülüyorum.

O ise Suudiler için çalışıyormuş artık. Acayip işler içindeymiş. Daha doğrusu bu işler böyleymiş. Patronu hiç görmemiş; adam zaten neredeymiş belli de değilmiş. Ama şirketi tıkır tıkır işliyormuş. Para sıkıntısı yokmuş. Patronun yatlarından sorumluymuş. 40 metre, 60 metre ve 80 metre olarak gidiyormuş yatlar. Tepesinde olduğumuz gökdelen kadarlık yatlarmış bunlar. Yüzen saraylar. Ama “adam” hiç görmemiş bu yatları. San Tropez’de demirli duruyormuş yatlar. Ara ara da kiraya veriyorlarmış. İşte o kira işini arkadaşım yürütüyormuş.

Konuştukça yatların üstüne tırları yatırıyorum, tek tek. Başlarına gelenlere şaşırmış, öylece uzanıyorlar. Bir, iki, üç... Nereden baksak 40 TIR sığıyor. Boş, dolu ve yaralı. Mermerli, spor salonlu ve yüzme havuzlu... “Ne yatı be, gemi bunlar, gemi” diyorum arkadaşıma.

Kiralıyorlarmış işte o gemi-yatları. En son Fransız bir online kumarhane patronu kiralamış. Ailesiyle Akdeniz’de gezinecekmiş. Gezinmişler. Günlük kirası 100.000 €’ymuş yatın. Bu sadece kiralama bedeliymiş. Yakıt, yiyecek içecek ve üç düzine personelin ücreti ise dahil değilmiş bu meblağa. Üç hafta dolacakmış yat, patron ve ailesi için. Gelinleri hemşireymiş ama şimdi bir iç çamaşırı şirketi kurmuş. Instagram üzerinden yürütüyormuş işlerini. Zaten kendisine 30 danışman tutsa en az birinden parlak bir fikir çıkarmış. Ne olacakmış!

Muhabbet sıkıyor. Sakince sönen bir balon gibi sönüyor, sanki. Arkadaşımın yanından kalkıyorum.

22. kattayız. 4253 adımda inilir mi? İnilir! Öyle geliyor bana. Cam kenarına yanaşıp Körfez’e bakıyorum bir süre. Uzaklarda güneş batıyor. Holde televizyon açık. Rakamlar hâlâ oynuyor. Spikerlerin kaşları da... Gözüm aşağıdaki Ankara asfaltına takılıyor. Koca bir tır yola devrilmiş. Boylu boyunca yatan bir ülkeye benziyor. Taşıdığı tankerden yola cıvık cıvık bir akıl tutulması yayılıyor. İnsanlar, uzak, küçük... 22. kattan...

Kaçışıyorlar. Belli! Az sonra dünya, gökdelen alev alacak.

Altta kalanın değil üstte kalanın canı çıkacak.

Kesin.