Eğer her yıl bütçeye ilişkin emekçi sınıfların talepleri yeterince yüksek sesle ve kararlılıkla savunulursa, bütçelerde çubuğu bir ölçüde emek lehine bükebilmenin koşulları elde edilemez değildir.

Alternatif emek bütçesi ve seçimler

Geçen yılın sonlarında, 29 Aralık’ta, bu başlık altında zoom üzerinden düzenlenen “ForumSağlık2023” platformunun etkinliğine değerli dostum Mustafa Sönmez ile birlikte katıldım. Soru-cevap bölümü hariç olmak üzere bu sunuşumun etrafında dolanarak ama onu aşarak bazı saptamalarda bulunmak istiyorum.

Ama olası bir yanlış anlaşılmayı baştan giderelim. Bu bir sosyalist dönemin alternatif bütçesi alıştırması değil. “Seçimleri” de işin içine kattığına göre güncel sorunlara yönelik yani “sistem-içi kalınarak asgari neler yapılabilir” sorusuna yanıt arama girişimi. Mevcut düzen muhalefetinin bunun ne kadar yakınında veya uzağında durduğuna ilişkin sonuçlar da mutlaka çıkarılmalıdır elbette. (Bunu okuyucuya bırakalım).

Başlangıç saptamaları

Önce bir-iki durum saptaması yaparak önümüzü temizleyelim. 

Bir kere bütçeler, kapitalist sistemde, sermaye öncelikli olarak çalışırlar. Bu hem harcamalar hem de gelirler yönünden böyledir. Kamu bütçelerinde, özel bütçelerden farklı olarak, giderler gelirlere göre önceliklidir; yani önce gider boyutu belli olur, gelirler ona göre düzenlenir. Ama başlangıç sorusu şudur: Giderlerin kendi içindeki öncelik dağılımı nasıl olacaktır? Hangi sınıfın borusu ötecektir? Bu giderlerin finansmanı meselesi daha az önemli değildir: Farklı sınıfsal katmanlara bindirilecek vergi yükleri nasıl dağıtılacaktır? 

Eğer bütçe giderleri ile gelirleri arasında hâlâ olumsuz bir fark oluşuyorsa yani bütçe açığı varsa, işin içine bir de borçlanma boyutunun katılması gerekecektir. Borçlanmanın esas olarak sermaye kesimlerinden yapılacağı açıktır. Borçlanmanın da elbette bir gün vergilerle karşılanacağı da açıktır. Ama kamu yönetimi, borçlanma yükünü azaltmak yani faiz-vade koşullarını iyileştirmek için veya emekçi sınıflara daha başlangıçta yük bindirmek için farklı seçeneklere de yönelebilir. Kamu bankalarının da Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) satın alarak işin içine girmeleri -ve bu operasyonlarından genellikle kârlı çıkmaları- meselenin sadece bir yüzüdür. (Merkez bankaları buna dâhil edilmek istenmez, çünkü paranız ABD doları gibi uluslararası nitelikte değilse, açıktan finansman yani para basarak açık kapamak, yüksek enflasyonist etkileri bakımından çoktan sistemin tabuları arasına yerleşmiştir; ama AB’nin ortak para havuzu içinde değilseniz, elbette her zaman bu tabuyu aşmanın yolları bulunur). Meselenin diğer yüzünde, İşsizlik Sigortası Fonu gibi sözde işsizlere yönelik olarak fon biriktiren bir Fonun kaynaklarının 2000’deki kuruluşundan itibaren düşük getirili ve uzun vadeli DİBS’lere bağlanması, yani işçi kesiminden sürekli kaynak çalınması, sistemin/sermayenin meşrebine çok uygundur. Aynı durum Zorunlu Tasarruf ve Konut Edindirme yardımı gibi fon hesapları için de 1987-2004 döneminde tekrarlanmıştı. Daha eskiye gidilirse, 1980’ler öncesinde MEYAK gibi memur sandıklarının, SSK ve Emekli Sandığı’nın henüz tam kullanılmayan uzun vadeli emeklilik fonlarının kamu finansmanında nasıl fütursuzca kullanıldığını görürsünüz. 

Öte yandan Merkezi Yönetim Bütçeleri, ikincil bölüşüm ilişkilerinin merkezi müdahale araçlarıdır. Kuşkusuz yerel yönetim bütçeleri de, çok kısmi de olsa, bu konuda bir rol oynarlar. Emek-sermaye arasında sınıf dengelerine göre kurulan birincil bölüşüm ilişkilerindeki olumsuzluklar bütçeler yardımıyla kısmi bir düzeltmeye tabi tutulabilir veya daha fazla bozulmaya itilebilir. (Türkiye bu ikinci türe girmektedir). Sermaye, sistemin egemen unsurudur ve sınıf bilinci her kesimden üstündür. O kadar ki, çeşitli sermaye gruplarının temsilcileri birbirleriyle temas bile etmeksizin belirli konular üzerinde benzer sınıf reflekslerini anında gösterirler. Eğer emek kesimi de benzer bir sınıf bilinci geliştiremezse, yani kendisi için sınıf olmaya yönelemezse, her yıl devlet bütçesi yapılırken meydanı tamamen sermayeye ve onun temsilcisi iktidarlara bırakmış olur. Bu nedenle, emek örgütlerinin her yıl adeta bütçe uzmanı kesilmeleri ve kitlelerini meydanlara yığmaları gerekir. Eğer her yıl bütçeye ilişkin emekçi sınıfların talepleri yeterince yüksek sesle ve kararlılıkla savunulursa, bütçelerde çubuğu bir ölçüde emek lehine bükebilmenin koşulları elde edilemez değildir. Bu, toplumda o dönemdeki sınıflararası güç dengelerinden bağımsız değildir elbette.

Alternatif bir bütçe için bazı satır başları

1) Mademki giderler öncelikli, işe oradan başlayalım ve genellikle örtük geçilen bir konuya değinelim: Bütçelerin asli işlevi kamu hizmeti üretmek olduğuna göre, bu hizmetleri yerine getirecek personelin nicel açıdan yetersiz olmaması ve nitelik olarak üretilen hizmetin kalitesine katkıda bulunabilecek düzeyde olması gerekir. Türkiye, kamu personelinin nicel boyutu bakımından, AKP dönemindeki yüklemelere rağmen, OECD ülkelerinin alt sıralarındadır. Bunun eğitim ve sağlık alanındaki tezahürlerini zaten görmeyen kalmadı. Mevcut iktidar döneminde personel alımında liyakat aranmaması ve işe giriş sınavlarının özellikle de sözlü mülakatların şaibeli biçimler alması nedeniyle kamu personelinin niteliği de sürekli aşağıya çekilmiştir. 

O halde alternatif bir bütçe için başlangıç noktası tam da burasıdır. Türkiye’de hep bir arada bulunan “düşük nitelik-düşük ücret” ile “yüksek nitelik-düşük ücret” bileşimlerinin ikisinin de ortak noktası yetersiz ücret düzeyleridir. Bunun nicel göstergesi, personel giderlerinin bütçe giderlerine oranının genellikle hep yüzde 30’un altında kalması hatta uzun süreler bütçenin dörtte birine çakılmasıdır. Oysa gelişmiş kapitalist ülkelerde bu oran yüzde 50’nin altına pek inmez. Türkiye’de iki kez yüzde 35’in üzerine çıkmıştır: 1975-80 döneminde yüzde 35,4 ile 1989-93 döneminde yüzde 37,5. Her iki dönemin de emek mücadelelerinin güçlü olduğu anlara denk gelmesi kuşkusuz tesadüf değildir.

2) Öncelikle sahiplenilmesi gereken bir ilke de, toplumsal nitelikli hizmetlerin bütçeler üzerinden karşılanması ilkesidir. Bugün Türkiye’de sağlık ve eğitim bütçelerinin bu denli düşük kalabilmesinin nedeni, her iki alanda da önemli oranda piyasalaştırma süreçlerinin uzun süredir çalışıyor olmasındandır. Bu da keskin bir vergi-kamu hizmeti dengesizliği doğurmaktadır. Vergi yükünün hemen tüm ağırlığını sırtlayan geniş emekçi sınıflar bir de özel sağlık ve eğitim harcamalarına mecbur bırakılmaktadır. Bunun temel nedeni ise eğitim ve sağlık hizmetlerinin kalitesinin düşmesi, özellikle eğitimi dincileştirmenin yaygınlaşması, ailelere imam-hatipler dışında seçenek bırakılmamasıdır. Ayrıca eğitim ve sağlık harcamalarının bütçe paylarının düşmekte oluşu da ayrı bir yetersizlik konusudur. Bu sorunlar, laikliği içselleştirmiş, ödenen vergilerin hesabını sorma ve toplumsal denetim bilincine erişmiş ve bu nedenle kamu eğitim kurumlarının niteliğinin yüksek düzeyde olmasını sağlamış gelişmiş kapitalist ülke toplumlarında bu boyutlarda ortaya çıkmıyor olmasını da ekleyelim. Demek ki, toplumun hak arama kültürünün geliştirilmesi önemli başlıklardan biridir.

3) Türkiye’de bütçeler transfer temelli olmaya başlamıştır: Sermayeye transferler ile sosyal güvenlik sisteminin açıklarını kapamaya yönelik transferler. Bu ikincisi sosyal yönlü (veya emek yönlü) sayılabilirse de, sosyal güvenlik sisteminin açıklarının oluşmasında sermayenin sorumluluğu azımsanmayacak ölçüdedir. Bunun bir ayağı kayıtdışı istihdam ise diğeri de işverenlerin ücretliler adına kestikleri sigorta primlerini bile yatırmayarak kendi işletmelerinin finansmanında kullanma fırsatçılığıdır. Türkiye sosyal güvenlik artı sosyal yardım bütçeleri bakımından da sanıldığının aksine çok yetersizdir ve OECD ülkelerinin alt sıralarındadır. O kadar ki, pandemi döneminde bile bütçeden sosyal güvenlik sistemine yapılan transferlerin bütçe giderlerine oranı 2020’de yüzde 20,4 düzeyinden 2021’de yüzde 15,8 düzeyine düşürülebilmiştir (2023 Yılı Bütçe Gerekçesi).

Sermayeye olan transferlerin başında ise faiz giderleri gelmektedir. 2023 bütçesinin en büyük kalemi yüzde 12,7’lik payla veya 565 milyar TL ile faiz ödemeleridir. Vergi yükü düşük tutulan sermaye, bir de Hazine’ye borç vererek faiz gelirleriyle semirtilmiş olmaktadır. Bunun en uç örnekleri 1990’larda yaşanmıştır. Demek ki, alternatif bir bütçenin kaynakları arasında, bütçe üzerindeki faiz yükünün köklü bir biçimde azaltılması ilk sıraya yazılmalıdır. Sermayeye faiz dışı transferlerin de yapıldığını, ama özellikle sermayeye pozitif dışsallıklar saçan kamu altyapı yatırımları üzerinden sermayenin değerlenmesine önemli katkıda bulunulduğu unutulmamalıdır.

4) Vergi yükünün eşitsiz dağılımı da alternatif bir bütçenin çözmek zorunda olduğu sorunlardandır. Ancak gerek giderler gerekse gelirler bakımından sermayeye ucu dokunacak düzenlemeler ciddi bir kol güreşini gerektirir. Sınıfsal ve örgütlü bir tepkiye dayanmadan bunun yapılabilmesi imkânsızdır. Örnek olarak 1998’de Temizel’in vergi reformu girişiminin nasıl kadük kılındığına bakılabilir. Sınıfsal güç dengesizliğini anlamak bakımından bir ders niteliğindedir.

5) Gelir vergisinin yüzde 84’ünü üstlenen, buna karşılık GSYH payı yüzde 26’ya düşen ücretliler kategorisinin üzerindeki vergi baskısı (84/26=) 3,2 kattır. Yani, ücretliler milli gelir paylarının 3,2 katı bir Gelir Vergisi baskısı altında ezilmektedir. Buna karşılık sermaye kategorisi için GV baskısı (16/54=) 0,3’tür. Yani yok derecesindedir. Eşitlik olabilmesi için her iki kesim için de bu orantının 1’e eşit olması gerekirdi; yani ne kadar GSYH payı o kadar GV payı. Ama öbür taraftan, sahici bir ayırma ilkesi gereğince, ücretliler üzerindeki GV baskısının 1’in altında, sermaye gelirleri içinse 1’in üstünde olması gerekirdi. Sistem içi partiler belki buna sözde sahip çıkıyor gözükebilirler ve belki kısmi bazı düzeltmeler de yapabilirler, ama çubuğu gerçekten tersine bükebilmek için devrimci bir geçişe ihtiyaç olduğunu belirtelim. 

6) Vergi gelirlerinin yüzde 67’sinin dolaylı vergilerden oluştuğunun bunun da esas olarak düşük gelirli emekçi sınıflar üzerine yük bindirdiğini ayrıca belirtmeye gerek olmayabilir. Ancak “alternatif emek bütçesi” tasarımının olmazsa olmazlarından biri de vergi sistemini dolaysızlar ağırlıklı yapılması, dolaysızların da gerçek artan oranlı bir tarife yapısına kavuşturulması, bu arada ücret gelirleri için daha yumuşak bir tarifenin öngörülmesidir.

7) Sermaye lehine vergi ayrıcalıklarının son bulmasının bir yönü de, “vergi harcamaları” adı altında büyük bölümü sermaye lehine çalışan vergi istisna ve muafiyetlerinin ayıklanmasıdır. 2023 bütçesinde “vergi harcaması” kaleminin 996 milyar TL’ye yani vergi gelirlerine oranla yüzde 31 düzeyine ulaştığı dikkate alınırsa, hem vergi adaleti açısından hem de alternatif emek bütçesinin finansmanı açısından bu kaynağa el atılmak zorundadır. Sermaye karşısında eğilip bükülen sistem-içi partilerin buna ne ölçüde niyetli ve muktedir olduklarını okuyucuya ve zamana bırakalım.

Sonuç olarak, bütçeler sınıf çıkarlarının alabildiğine çatıştığı, aynı zamanda da billurlaştığı temel alanlardan biridir. “Emekçi sınıfların çoğunluğu bunun ne denli farkındadır” sorusunu belki şöyle de sorabiliriz: İşçi ve memur sendikalarının ve düzen partilerinin yönetimleri, bu sınıf çelişkilerini ortaya çıkarıp üzerine gitmeyi mi yoksa mümkün olduğunca görünmez kılmayı mı misyon edinmişlerdir? Soruya verilen yanıt yazının özetidir. 

(Not: Bu yazıda seçimler-bütçe ilişkilerine değinemedik ama nasıl olsa önümüzdeki süreçte buna bol bol fırsatımız olacak).