Düzen solcuları kendilerine sistem içinde bir çatı mutlaka bulurlar, ama toplumsal deprem tüm acımasızlığı ve düzleyiciliğiyle vurduğunda bu çatının kendilerini kurtaramayacağını düşünmek istemezler. Müstakbel kaosumuz böyle bir şey. 

Almanya 1914, Çin 2020 mi?

Yılmaz Güney'in kulakları çınlamalı, yaşıyor çünkü, hâlâ bizimle: “Sevilmediği bir yürekte kim vurduya giden” milyonlar ile bu milyonların katilinin kim, daha doğrusu kimler olduğunu iyi bilen bir avuç devrimcinin sürtüşmesidir şu giderek derinleşen devrimci durumda yaşadığımız. Belki de böyle bir sürtüşmenin yaşanmamasıdır trajedimiz: Kitleler, emekçi halk, felaketimizin “müsebbibini”, katilinin kim olduğunu bilmek istemiyor. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu kabul etmek zorundayız, özellikle “kültür endüstrisi ve yaygın-derin medya” çağında. İyi. 

Ama biz biliyoruz katili ve bağırıyoruz. Kulakların sağır, gözlerin kör olduğunun farkındayız. Demek ki- belli bir volümün üzerine çıkmak veya altına inmek zorundayız. Bu da iyi. 

Özellikle krizin altında inleyen Türkiye halkı çok basit bir gerçeği, bütün acı sonuçlarına rağmen görmek ve bilmek istemiyor. “Sol gibi yapan” bir sürü cemaatin bu kitleden farklı olmadığını itiraf etmek zorundayız. 

Peki, ne yapalım?

Bağırmayalım mı katilin adını? Daha doğrusu, sorumluluğun tek bir katilde değil, bir sürü katilin oluşturduğu bir sistemde, kapitalizmde aranması gerektiğini? Kapitalizmin yıkılması gerektiğini? Göstermeyelim mi katil takımını? Kitleler bizden kopar diye alttan mı alalım? “Kim vurduya gidiyorsun ey emekçi, oysa senin katilin herkesin göreceği bir yerde ve tek değil, bunlar bir sınıf! Kim vurduya gidiyorsun!” Böyle şeyler konuşmayalım mı? Anlatmayalım mı? Kitleselleşmek adına kitle gibi mi olalım? Huyuna suyuna gittiğimiz “kitle” adına birileriyle kirli işbirlikleri yapılsın da parlamentoya falan mı girelim? Sosyal demokrat mafyaya ilçe belediye başkanlığı için başvuruda mı bulunalım? O zaman mı siyaset yapmış oluruz? 

Bu rezalette, bu rezil paslaşmalarda bir yokuz, ama bir kirli sahnenin de tam ortasındayız.

Demek ki, kitlenin baktığı, gözünü diktiği yerde sadece orayı imha etmek için bulunabiliyoruz. Kitle, emekçi halk, bakması gereken yere bakmalıdır. Onu buna zorlarız. Halkın gözü neredeyse oraya seyirtemeyiz. Şirinlik yapamayız. Halk, katilinin burjuvazi olduğunu öğrenmek ve bu bilgiyi “satın almak” zorunda. Bedel ödenecek yani. Katiliyle barışık yaşayamayacağını, böyle yaşamaya hayat denemeyeceğini beynine sokacağız ve halk yeni, sömürüsüz, eşitlikçi, özgürleştiren bir barış düzenini, sosyalizmi yani, kurabileceğini kabullenecek. 

Ağır mı oldu? Fazla mı ileri gittik? Tamam.

Fakat biz bu kadar lafı, bir başka noktaya dikkat çekmek için ettik. 

Metropol endişeleri

Krizin metropolleri vurduğunu görmeyen kalmadı. Alman ve Avrupa sağının etkili günlük yayın organlarından Die Welt'in sağcı bir kadın “yorumcusu”, hafta sonundaki bir değerlendirmesinde “asıl kötü uyanışın herkes sağlığına kavuşunca başlayacağını” ilan etti: Ekonomideki çöküşün, Alman toplumunu, Avrupa'yı ve bağlı zayıf halkaları nerelere taşıyacağını düşünmek bile istemiyorlar. Biliyorlar çünkü, ortalık fena karışacak. 

Alman hükümetine 15 yıl boyunca Keynesyen politikalar öneren bir “bilim insanı” Prof. Dr. Peter Bofinger, önceki hafta Der Spiegel'deki bir tartışmada sistemi savunurken ağzından kaçırıverdi: “Man muss einfach mit Instabilität leben.” Abartılı bir çevirisi şöyle olabilir: “Bu iş böyle hacı, insan istikrarsızlıkla yaşamaya mecbur.” Gerçeklikle barışık yaşamayı öneriyor bu Keynesyen iktisatçı. Kapitalizmin ötesini görmek, bunlar için suçtur. 

Peki solcular da böyle mi olmalı? 

Zayıf halka Türkiye'deki düzen solu böyle Bofinger'lerle dolup taşıyor. Çok gerçekçiler. Emekçi sınıflara, katilinin hangi sınıf olduğunu ısrarla anlatan ve o katille iktidar ortaklıklarına hiç yanaşmayacağını söyleyerek bu yolda çalışanları hayalcilikle suçlayan “solun gerçekçi süprüntüleri” diyelim. Demokrat, İslamcı, liberal, Türkçü, Kürtçü, “seküler” vs... Hepsi aynı oyunun piyonları, sanki Pandora'nın postmodern kutusundan çıkmışlar. 

Kriz ve istikrarsızlığa alışmayı, onunla yaşamayı öğrenmek, sistem içi bir çözüm yaratmak, bu “solculara” göre tek siyaset. Kapitalizm ve onun cinayetlerinden başka bir “gerçek” tanımıyorlar. Bu mezbahanın yıkılabileceğini ve katillerin derdest edilip mülksüzleştirilebileceğini bağıranlara ya acıyorlar ya da kızıyorlar. Dedik ya, pek sekter buluyorlar bizi. Plan çağrılarımız ise, bunlara göre, zaten baştan sona antidemokratik... Merkezi bir planlamanın halkın ülke yönetimini eline almasının en gelişkin bir yöntemi olduğunu düşünemezler. “Batı vurgunu” yediklerindendir...

Biz katilin yakasına yapışmışız, bunlar daha hâlâ “Bırak hayalciliği!” havasında. Sistem zangır zangır titriyor, bunlar sistem içinde bir yer/kemik arama hesabında. Olabilir. Çünkü devrimci değiller. Devrimci, halkın kriz ve istikrarsızlık içinde yaşama kurnazlığı göstermesini, ona uyum sağlamasını reddeden, onu özgürlüğe ve eşitliğe mecbur bırakabilen insandır. 

Tarihin her döneminde böylelerine “uçuk” gözüyle bakılır. 

Tamam da, dünya altüst oluyor. 

1914 Almanya ve 2020 Çin

Millet, sözcüğün her anlamında birbirini yemeye başlayacak; gerçek suçlunun, asıl katilin patron sınıfı olduğunu söyleyemiyorlar hâlâ. 

Düğüm burada. Sadece Türkiye'de değil, uluslararası alanda da tehlikeli arayışlar var. Erhan Nalçacı, son bir yazısında, pandemi sonrasında kendi haline kalırsa, emperyalist paylaşımda rekabetin kızışacağına dikkat çekti. Gerçekten  de, Yunan dostlarımızın tartışmalarından ödünç alarak söylersek, “emperyalist piramitteki” altüst oluşların, yer değiştirmelerin barut ve ceset kokmadan çözüme kavuşması güç. Belki 1914 ve 1939 sonrasındaki gibi devletler arası savaşlar üzerinden değil, ülkelerin birbirlerinde içsavaşlar, toplumsal isyanlar vs. tetikleyerek çözüm arayacağını düşünebiliriz. Bunun için bir virüsün yarattığı olanaklar da kullanılabilir. Nitekim Nalçacı, Batı emperyalizminin sözcülerinin “Çin ile olan ilişkilerimiz eskisi gibi olmayacak” dediğini ve bunun bir gerçeğe işaret ettiğini hatırlattı. 

Erhan dostumuzdan el alarak sormamız gereken, şu: 1914'te patlak veren emperyalist liderlik kargaşasının baş aktörü Almanya, acaba bugün yerini Çin'e mi bırakmış görünüyor? O dönemdeki İngiltere ve müttefiklerinin yerini de bugünün gerileyen ABD'si mi alıyor? İşlerin 1914-1918 veya 1939-1945 dönemindeki yöntemlerle çözülmeyeceği söylenebilir; doğrusu, büyük hesaplaşmanın daha az kanlı olmamak üzere yeni yollar ve araçlarla denenebileceğini düşünmek zorundayız. Emperyalist sistem içinde, piramitte yani, ciddi sürtüşmeler var. Eğer dünya hasılası ve uluslararası ticaret hacmi böyle daralmaya devam ederse, emperyalistler birbirlerine virüs ve içsavaş neden ihraç etmesinler ki?

Aydemir Güler, “yeni bir evrenin ön gününde” olduğumuzu kaydederken “Mesele emekçilerin de eskisi gibi yönetilmeye rıza göstermemesinde düğümlenecek” diye yazdı yine önceki gün. Oradayız.

Kolay değil bir halkın katilini kabullenmesi ve kendisini korumaya çekmesi: Sonuçta, medyanın ve sivil toplumun desteğiyle yaratılmış bir “kim vurduya gitme hazzı” da var bu oyunda. Sosyalizm, sadece o, bu kirli ve aşağılık hazzı reddeder. 

Kapitalizmin insanı ve solcusu krizle yaşamayı olağan sayıyor. Faşizmin veya İslamofaşizmin insanı ise krizdeki hallerine şükrediyor. Kapitalizmin “demokrat solcusuna”, yani düzen soluna gelince: Bunlar, kapitalizmin kriz öncesi zamanlarına hasret çeken, şu ya da bu biçimde onun sınırları içinde yaşamayı ve devrimci kalkışmaya karşı çalışmayı iş bilen bir çürümenin temsilcileridir. Bu kesimlerin bizleri, yani sosyalizm için çabalayanları maceracı, hayalci ve sekter bulması kadar doğal bir şey olamaz. Misal: Almanya 100 yıl önce dünyayı emperyalist paylaşım histerisi içinde nasıl dağıttıysa, başka araçlarla Çin'in bugün dünya sistemini -belki kendi arzusu dışında ve ABD'nin sert tepkisiyle- allak bullak edebileceğini düşünenlere, bunu söyleyenlere iyi gözle bakmayacaklardır. İyi de, sahne böyle sinyaller veriyor. Rusya'dan ve parça pinçik AB'den söz bile etmedik daha.

Düzen solcuları kendilerine sistem içinde bir çatı mutlaka bulurlar, ama toplumsal deprem tüm acımasızlığı ve düzleyiciliğiyle vurduğunda bu çatının kendilerini kurtaramayacağını düşünmek istemezler. 

Müstakbel kaosumuz böyle bir şey.