Kürtler üzerine araştırmaları olan Martin Von Bruinessen, 19. yüzyılda Kürt coğrafyasında Nakşibendiliğin hızlı gelişimini oldukça materyalist bir perspektifle açıklıyor.
Tanzimatı izleyen son döneminde Osmanlı, modern merkezi devlet yapılanmasının tarihsel zorunluluğunu görmüş, yerel hiyerarşileri dağıtmaya dönük adımlar atmıştır. Kürt coğrafyasında aşiret ve tarikat yapılanmalarını ortadan kaldırmayan ama baskılayan, bu yapılanmalar içinde oluşan yerel otoriteleri zayıflatan adımlardır bunlar. Sorun şu ki, Osmanlı siyasal-toplumsal hiyerarşilere dönük bu müdahaleyi tamamlayacak güce ve kaynaklara sahip değildir. Merkezi devlet yapılanmasının Kürt toplumunun bütününe nüfuz etmesini sağlaması mümkün olmamaktadır. Valiler, paşalar atamak köhnemiş imparatorluğun alıştığı işlemeyen bir yoldur sadece. Nitekim, kısa bir süre sonra yeniden yerel güç ortaklıklarıyla devam etme yoluna girer.
Bruinessen bu arada doğan boşluğun Kürt toplumunda bir toplumsal kriz kaynağı olduğuna, aşiretler arasındaki sorunları çözmek, dağınık Kürt topluluklarının bir tür üst hukukla yaşamını düzenlemek için işlev gören aygıtları etkisizleştirmenin kötü sonuçları olduğuna işaret eder.
Mevlana Halid, bu koşullarda Kürdistan’da Nakşibendiliği örgütlemeye girişir. Kadirilik gibi o coğrafyada hakim olan yapılar karşısında önemli bir avantajı vardır: Hiyerarşik esnekliği. Halid’in atadığı onlarca nakşi halifesi ortaya çıkar. Merkezi devletin doldurmaktan aciz olduğu boşluğu Nakşilik doldurur, çözülen ama yeniden yapılandırılamayan toplumsal hiyerarşide dinsel otoritenin etkinliği “babadan oğula” geçen katı şeyhlikler yerine bu esneklikle sağlanır.
Nakşibendilerin aynı coğrafyada modern tarihte önem kazanmış bir ismini iyi tanıyoruz. İlk yıllarında Said-i Kürdi adını kullanmış olan Said-i Nursi.
Said’in 20. yüzyılda dinsel örgütlenmeye açtığı bir pencere önemli. Önemli olduğu kadar da ilginç. Biraz da fantastik. (Said-i Nursi olunca fantezi kaçınılmaz oluyor.)
Said, bir açıdan dinde “materyalist” bir revizyonu gündeme getirir.
Kabaca şöyle diyor: Eski devirlerde dinin öngördüğü ödül ve ceza sistematiği etkili oluyordu. Ölümden sonra verilecek hesap, buradaki ceza ve ödüller inananlar (ve imana davet edilenler) üzerinde etkili oluyordu. Modern dünyada dünyevi ödüller çok çeşitlenmiş ve büyümüştür. Kavruk Said, belli ki büyük şehirlerde büyüyen eğlence mekanlarına, ağaların ve zengin köylülerin kentli fıkırdak hanımlarla parayı ezerken öbür dünyayı boşverip “bi daha mı gelicez dünyaya” demelerine de bakarak pek haklı bir pay çıkarmaktadır.
Said bu noktada bayağı revizyonist, hatta (bizim yorumumuz muteber sayılmaz elbette ama) biraz da yoldan sapan bir açılım getirir. Öğrencilerine ceza ve ödülün Allah tarafından takdirinin bu dünyada başladığını anlatmalarını tembihler.
Bir zamanlar Fethullahçıların Samanyolu televizyonunda yayınlanan “reality” (!) şovları hemen hatırlamış olmalısınız. Kötü yola sapan kahraman hikayenin bir noktasında ahiret kapısında beyaz giysililerle karşılaşıp, “eyvah ki eyvah! Ne yaptım ben. Sonsuz cehennem ateşi şimdi beni bekler” demektedir ama önemli bir detay vardır hikayede. Ahiret kapısına düşüşü, kötü yolda bir güzel keyfini sürdüğü uzun bir dünya hayatından sonra “yaşanmamaktadır.” Kötü yola düşen kahraman, hızla yaptığı seçimin cezasını daha bu dünyadayken görmektedir. Anacığının altınlarıyla aldığı spor otomobille, alkollü araç kullandığı için kaza yapar ve erken bir ölümle karşılaşır mesela.
Bir tür “instant karma” yani!
Said’in ve Fethullahçı izleyicilerinin bu noktayı pek güzel yakaladıklarını söylemek acelecilik olur. Sonuçta “ceza ve ödülün bu dünyada başladığı” retoriğinin kendi başına ikna edici olduğunu kimse söyleyemez.
Ama din yolunda çareler tükenmez.
Tarikat ve cemaatların oluşturduğu çıkar ağları, yoksul Kürt çocuklarına iyi okullarda okuyup bakan olma ufkunu açan “sahiplenme” mekanizmaları, bu biraz fazla materyalist dinsel retoriğin ihtiyaç duyduğu dayanakları yaratmaktadır.
AKP iktidarı döneminde cemaat cellatları aracılığıyla yürütülen operasyonların da aynı retoriğin kanıtları olarak olmasa da ürünleri olarak belirdiğini söylersem abartmış olmam.
Yüce yaradanın ahirete bırakmayıp bu dünyada aldığı hesabın zebanileri olma onuru Fethullahçı polislere, savcılara düşmüştür.
Sorun şu ki, koalisyon dağıldıktan sonra geçmişin nurcu zebanileri de eski ortaklarının yer yer iyice insanlıktan çıkan yeni zebaniler olarak kendilerine işkence edişlerine şahit olmak zorunda kalmıştır.
Öbürünü bilmem ama bu dünyada bizim “allahın cezasına” değil, adalete ihtiyacımız var.