'İçen içecek, yobaz da tahammül etmeyi öğrenecek. Hem Sultan Süleyman denemiş, becerememiş, sen kimsin ki becereceksin?'

Alkolsüz Yeni Osmanlı'nın dramı!

Nevzuhur Tayyar Sultan Hazretleri fiyatlarını kasten arttırdığını söyledi malumunuz, ama halkımız buna rağmen içkiyi sigarayı bırakmamıştı. Bırakmamıştır. İçki ve sigara bağımlıları nice sultanlar, nice yasakçılar eskitmiş, geri adım atmamış, diz çökmemiştir. Halkın alışkanlıkları sultanların fermanlarından güçlüdür. 

Kutsal kitaplarında yasak mı değil mi bilmem, hem konumuz da o değil. Ama yasakçılar çoğunlukla o kitaba inandığını söyleyen muktedirler arasından çıkmıştır. Hemen hepsinin başarısız olduğunu biliyoruz. Osmanlı ve başkentinden sarhoşluk da tütün dumanı da eksik olmamıştır. 

Mehmet Fatih şehri fethederek, çürümüş Bizans’a hayat öpücüğü kondurmuştu. “Köhne Bizans” o sayede, papaz cübbesini atıp imam sarığı kuşanarak, hayatta kalmayı başardı. Ama Bizans bakiyesi çürümüşlük boylu boyunca ortadaydı. "Fatih’ten sonra Osmanlı sarayı eski Bizans sarayının yerini her bakımdan doldurmak eğilimindeydi. Sarayın çevresinde halkın omuzuna binmiş, halkın hakkını yiyerek geçinen bir efendiler ve zorbalar sınıfı, vicdan sömürüsünü meslek edinen, midesini ve kesesini şişirmek için bir saniyede yüzlerce suçsuzun katline fetva vermekten çekinmeyen bir sarıklılar zümresi, sarayın ve efendilerin yardakçılarından meydana gelmiş bir asalaklar sürüsü oluşmakta gecikmemişti..." Gazeteci Refik Ahmet Sevengil, 1927’de basılan “İstanbul Nasıl Eğleniyordu” adlı kitabında fetihten hemen sonra oluşan sahneyi böyle anlatıyor. Aşağı yukarı bugünküne benzer bir tablodur. Hummalı bir inşaat faaliyeti de vardı yağma dönemlerinin ruhuna uygun olarak. Haliç kıyılarına süslü yalılar-köşkler yaparak başladılar, oradan yayıldılar, Eyüp kıyılarına dayandılar. 

Gerisi de pek tanıdık gelecek biliyorum. Eyüp’e önce bir türbe yaptılar. Halkın ayağı alışınca semti büyük bir kerhane-meyhaneye dönüştürdüler. Sultan Süleyman devri açılırken semt tam bir batakhane görünümündeydi. Hoş, şehrin geri kalanının da oradan bir farkı yoktu. Sarhoşluk yaygın bir hal almıştı. Her köşede bir meyhane açılıyordu. Sevengil’in verdiği bilgilere göre kagir, kapıları pencereleri kemerli, geniş ve biraz loşça yapılardı bunlar. Bir tarafında şarap fıçıları tavana kadar yükselir, yanında şarap kovaları sıralanır ve şarap almak için fıçılara dayalı duran merdivenlerle çıkılırdı. Şarap yapanlar ve satanlar gayrimüslimlerdi. Müslimler sadece içerlerdi. 

Süleyman pek bir sofuydu, tahta çıkar çıkmaz içkiyi yasakladı. Şair Baki şöyle tepki gösterdi buna: Meyhaneler beyt-ül haram, Pir-i mugan şeyh-ül harem… (Meyhaneler Kâbe, meyhaneci ise Harem-i Şerif’e bakan şeyh.)

Süleyman içkiyi yasakladı yasaklamasına ama bu kez de kahve yaygınlaştı şehirde. Hocalar hemen bastı fetvayı “haramdır” diye. Ne yasaklar ne fetvalar İstanbul’un dört bir yanında kahvehaneler açılmasına engel olamadı fakat. 

Süleyman ölüp tahtına II. Selim oturunca içki yasağı da unutuldu. Selim, sofu Süleyman’ın tersine içmeyi seviyordu, o da yasaklayacak başka bir şey buldu, Eyüp’te fuhşu yasakladı, evleri kapattırdı. Bu sefer de bölgedeki kaymakçılara dadandı istekliler, pazarlıklar, görüşmeler oralarda yapılmaya başlandı. Bütün musibetlerin Müslüman olmamaktan kaynaklandığına inanılıyordu. Son çare, gayrimüslimlerin kaymakçılık yapmasını yasakladı padişah. Ancak kendisi de zil zurna sarhoş geziyor, fuhuştan başını kaldıramıyordu. 

Evliya Çelebi’nin yazdığına göre 1600’lerin ortalarında İstanbul’da binden fazla meyhane vardı. Tütün ise Osmanlıya III. Mehmet zamanında (1595-1603) girdi. İçki ve kahve yasaklanınca birileri o yoksunlukta bunu denemeye karar vermişti. Ama alışması zordu tütüne, ancak 30 yıl sonra şehirde tutunmayı başardı. Özetle, İstanbul her zaman içkinin ve tütünün başkenti olmuştu.

***

Bunlar İstanbul’un bol minareli “dini bütün bir şehir” görüntüsüyle tezat içindedir, evet. Ama aslında o da sonuçta bir görüntüdür. Sofu padişahların sayısı belli, üçü beşi geçmez. Çoğunluğunun uçkuru gevşek ve içkiyle arası iyidir. Dindarlık halka yapılan bir gösteriden ibarettir, tenhada dindarlık olmaz.

“Ey gönül elinde şarap kadehi var, bırak, teşbihe el sürme,
Namaz kılanlara uyma, onlarla durma, oturma
Secdeye eğilerek özveri tacını başından düşürme
Abdest suyuyla esenlik uykusunu gözünden kaçırma
Ayak altında kalırsın, sakın, hasır gibi camiye varma…”

Bu satırlar 16. yüzyıl şairi Fuzuli’ye aittir. Türkçesi eskimiştir, İsmet Zeki Eyüboğlu çevirisiyle aktardım. Bir yüzyıl sonra Şeyhülislam Yahya Efendi Fuzuli’nin açtığı yolu şöyle genişletecekti: “Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyayı, Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürâyî.” Bugünün Türkçesiyle şöyledir; "Camide ikiyüzlüleri bırak, ikiyüzlülük etsinler, Meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü…"

Kaynağı Eyüboğlu’nun “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” çalışmasıdır. Osmanlı'da asi ozanların sayılarının yabana atılmayacak kadar çok olduğunu biliyoruz. Başka türlüsü mümkün mü? Yasaklara da yasakçıların yaslandıkları tanrılara da kafa tutanlar hep vardır, var olacaktır. 

***

Sanılanın tersine Müslüman Araplar da içer, eğlenirdi. Haliyle din konusunda da pek gevşektiler. İlk Müslümanlardan sonra da devam etti gelenek. Halife Ali’nin ölümü üzerine Şam Valisi yapılan Muaviye halifeliğini ilan etti. Seçimi kaldırdı, cumhuriyeti yıktı. Kılıç zoruyla halife olan Muaviye, şartların zorlamasıyla imana gelmiş gönülsüz bir Müslüman'dı. Büyük ihtimalle yaşamının sonuna kadar öyle kaldı. Seçimle gelen ilk halifelerden nefretini saklamıyordu. O bir despottu ve din, üzerine giydiği iktidar kaftanı gibi bir işlev üstleniyordu. Şöyle diyordu: “Siz beni en iyiniz olarak kabul etmeseniz bile, ben başkanlık görevinde sizin için en iyisiyim.” Oğlu Yezid’i veliaht tayin etti, kendisini devlet başkanı olarak kabul etmeleri için halka baskı yaptı. Zamanın ruhuna uygun bir “devlet” ortaya çıkardı. Emevi devleti görünüşte bir “İslam devleti”ydi. Emevi tarihinin geri kalanı bir ahlaksızlık, yolsuzluk, gasp, yağma, cinayet, katliam hikâyesidir. 90 yıl ayakta kalabildiler, küçük bir ayaklanmayla yıkıldılar. Yıkıldığında Emevi Kralı Eşek Mervan Mısır’a kaçtı. Eşekti ama halifeydi de!

Ayaklananlar Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan gelen birini bulup lider ilan etti. Başkent Şam’dan Bağdat’a taşındı. Ama öte yandan Abbasilerin dinle bağı Emeviler'den daha gevşekti. Asilerin iktidar bahşettiği “kan dökücü” lakaplı Abül-Abbas, Emevi geleneğini bozmayıp kendini halife ilan etti. Ayaklanıp Emeviler'i alaşağı eden fukara Müslümanlar ise ellerinden kaçıp giden iktidarın ardından bakakaldı.

Ebu'l-Abbas ilk Abbasi halifesiydi. 754'te kardeşi Mansur onun yerine geçti. Abbasi Devleti, Mansur'un torunu Harun Reşid döneminde en geniş sınırlarına ulaştı. Harun Reşid, Binbir Gece Masalları'na konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Bermeki Yahya ve iki oğlu, vezir olarak Abbasi Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönetti. Yahya, içkiyi ve âlemi çok severdi. Yedi karısı, birçok cariyesi, on bir oğlu ve on yedi kızı vardı. Cömertti, şiire tutkundu, şairlere paralar dağıtırdı. Dönemi İslam’ın lale devri oldu. Abbasi halifenin zevk-i sefası Moğollar 13. yüzyıl ortalarında Bağdat’ı işgal edene kadar sürdü. Gerçekte dünyevi iktidarın bir gölgesinden ibaret olan halife direnmeye çalıştı. Moğollar acımasızdı, şehirde kim varsa kılıçtan geçirildi. Halife Mustasım’a kılıç sürülmeyip, makamına hürmetle bir halı yığının altında ölüme terkedildi. Kılıç zoruyla özel mülke dönüştürülen halifelik böylece Moğol Hanı Hulagu tarafından tarihin çöplüğüne atıldı.

***

“Rakı milli içkimiz” falan demelerine bakmayın, şarapçı bir milletiz biz. Türk-Müslüman nüfus asırlar boyunca şarap içti. “Arak” 17. yüzyılda girdi hayatımıza. “Arak”, Arapçada “ter” demekti; yapılırken kaynatılıyor, imbikte teri andıran damlalar oluşuyor, bu damlalar şişelere dolduruluyordu. “Arak”, zamanla “rakı” oldu ve ancak Tanzimat döneminde halk arasında tutundu.

“Meyhane mukassi (sıkıntılı) görünür taşradan amma başka bir tat, letafet var içinde…” Sıkıntılı bir tarihi var “yeme-içme” tarihimizin. Ermeniler, Rumlar yapar Türkler içerdi, bir uğursuz iş bölümüdür. Halbuki içki bilgiyle kültüre dönüşür, sabır ve emekle oluşur, kimyanın sırlarını çöze çöze ilerler. Sonuçta sarhoş olmak tali bir iş olur, damak tadı ve törensellik onun yerini alır. Yani adab-ı erkanı, zamanı ve mekânı vardır. Kimyasal bir sürecin sosyal bir bağ oluşturduğu ender şeylerden biridir bu.

Yasak falan hikâye, cumhuriyeti yıkanlar onun var ettiği insan türüne saldırıyor aslında. Hepsini yurttaş olmaktan çıkarıp, ümmete, kula, köleye dönüştürmeye çalışıyorlar. Ayrıca sırf İslamcı oldukları için değil, cahil kasaba esnafları oldukları için yapıyorlar bunu. Cahiller içmeyi ve eğelenmeyi bilmez, günah sayar, dinde cehaletlerine bir onaylama bulurlar, esası budur. 

Siyasal bir savunma hattı tek başına yeterli değil bu saldırı karşısında. Aynı zamanda rakınızı, sigarınızı, hayatınızı, sokağınızı ve tabii vatanınızı da savunmalısınız. İçen içecek, yobaz da tahammül etmeyi öğrenecek. Hem Sultan Süleyman denemiş, becerememiş, sen kimsin ki becereceksin?